Çaycı olsun kapıcı olsun ama yeter ki Ankara’da adamımız olsun….

Cumhuriyet kurulduğu ilk yıllarda 15 bin civarında nüfusu olan ve tipik bir Anadolu kasabası halindeki Ankara, o zamanın 15 milyon nüfuslu yeni kurulmuş devletine hükmetmeyi koymuştur bir kere kafasına.

Önce yeni devletin kurumsal yapıları ile temleri atıldı ve ardından da bu temeller üzerinden Anadolu’ya uzandı kollar. Devletin sıcak kolları. Devletin bürokratik kolları. Devletin ilerleyen yıllarda ki hantal kolları… Devlet yaşlandıkça kollar da yoruldu; hizmetler gecikti, köprüler, yollar, hastaneler ve ne varsa o şefkatli kollarda…

Önce vilayetlere atamalar yapıldı sonra atananlara halkın verdiği dilekçeler Ankara’ya, merkeze kadar okutuldu. İki satırlık ihtiyaçlara bile Ankara’nın okumalarına ihtiyaç duyuldu ve ivedilikle gönderildi Ankara’ya. Ankara’da kaç göz vardı ki bütün Anadolu’yu görseydi.

Baktık ki böyle olmuyor bir çaycı bir kapıcı dost edindik merkezden. Neden mi? Bugün ortalama bir vekilin mecliste 2-3 bin bardak  aylık çay gideri olduğunu hesaba katarsak çaycılık azımsanamayacak bir mevki oldu. Bu mevkidekiler de hele bir de iş bitiren cinsten olunca vilayete yazılan dilekçe daha valilik makamınca okunmadan Ankara’daki çaycımız tarafından işleme konulmakta idi.

Zaten bizler de boşuna mı demiştik ki; “Ankara’da isen bir işimize yara” yada “seni Ankara’ya boşuna mı gönderdik” ki gibi tahakküm ve emri vaki cümleleri. Öyle ya Ankara’da isen arkadaş işimizi de görmen lazım. Seksen beş yıllık cumhuriyetin Ankara destanını sen mi değiştireceksin ki “bir işimiz düştü mü Ankara’ya beni karıştırmayın” diyeceksin.

Elbette demeyeceksin. Ama şunu da bildiğin halde -merkez bürokrasiyi ne kadar artırırsak günlük işlerimiz halledilse bile devletin kolları gibi ayakları da ağırlaşır vatandaşına artık hiç gidemez- yine de bürokrasiye kürekle kömür misali iş atacaksın ki tıkanacak işler.

Nasılsa böyle geldi böyle gider anlayışı ne kadar sarhoş bir düşünce. Ayık kafayla sövdüklerimizi sarhoşken işlemek ne kadar medenilik ve iş bitiricilik.

Ankara hep tanıdığın olsa ama iki satırlık bir dilekçe için yereldeki bütün yetkilileri aşarak onlara yukardan emri vaki işler yaptırmak sadece bir güç gösterisi ile açıklanamaz sanırım. Bunun bir de “insansızlık” boyutu vardır elbet. Nedir bu bilinmeyen kavram –insansızlık- bilinen tabiri ile “kul hakkının helal kılınarak ve üstelik faizi ile birlikte yenmesi”.

Bir de bunu yaparken de “vatandaş” bilinci ile “hakkımı aradım” denmesi yok mu?

Yukarıdaki yazı eleştirilir. Açık kapı gibi çok yerden içeri rüzgar ve soğuk hava sızar. Ama yazıda bir bilinç meselesi var: Başkalarını kötülerken sıra bize geldi mi “kötülediklerimizin” birden bire her ne oluyorsa “hakkımız” haline dönüşmesi, meselesi bu yazının içinde verilmek istenen mesajdır.

Napalım artık yazıda ne yazdığımızı da belirtiyoruz.  Yazılan yorumları okumuyor değiliz. Bazı okurlar, ana mesajdan başka açık kapı ve soğuk hava aradıklarından, -üşütmesinler diye kapı aralığında- onlara eldiven, atkı, bere ve palto dağıtıyoruz artık. Ne de olsa yazının kamusal yararı var.