Dilimiz, milliyetimiz ve vatanımız çok büyük tehlikeler altındadır. Adeta, dört bir yanımızdan kuşatılmış vaziyetteyiz.  

Bilindiği gibi, her türlü düşmanlarımızın bizden koparıp atmak istediği mukaddes değerlerin en başında ve sinsice kemirilip yozlaştırılanı, dilimiz olan güzel Türkçemiz gelmektedir. İkincisi de, milli şuur kaynağımız olan Türk Tarihi, millet ve vatan sevgisidir. Bir diğeri de, bin yıldan fazla ahlak ve faziletimizi sulayarak besleyip gelen dinimiz İslamiyet’tir.

Kullandığımız kelimelerde milli ruhun eksikliğini, lezzetsizliğini, musikisizliğini hissedebilmek için, Türk dil âlimi olmaya hacet var mı? Milli lisanımız, giyecek, yiyecek ve içecek malzemelerinin isimlerinden tutunda, içerisinde rızkımızı kazandığımız (rızıklandığımız) işyeri isimlerine varıncaya kadar el-etek çekmeye başladı. Öyle ki, köy bakkallarının isim ve bakkaliyelerinde satmış oldukları malzeme isimleri dahi, yabancı kelimelerin istilasına uğradı. Türkçe katliamına “Dur!” diyecek ne bir devlet adamı, ne de bir insaf sahibi mevcut. Hoş, zaten devlet ve hükümeti idare edenler, bilerek veya bilmeyerek dil katliamına saf tutanlar arasında değiller mi?

Geçen günler içerisinde hizmetkârı olduğum mukaddes bir derneğe gelen, yaşı 20-22 arasında bulunan Üniversite talebesi olan bir gencimiz:

“-Ulusal Marşımızın bugünkü dil ile yazılmış olanı var mı?” demesi, dilimizdeki çöküntünün değil kıtaliyetin, facianın hangi merhalede olduğunu, milli idrak ve basiret sahibi gözler önüne sermektedir. “Sadeleştirme” hastalığına yakalanmış olanlar ile “öztürkçe” cilik adı altında Türkçe katliamı yapanların asıl gayesi, dede ile torunu birbirine yaklaştırıp kavuşturan dil köprüsünü dinamitleyip berhava etmektir. Diğer bir ifadeyle, bunlar, her türlü silahla teçhizatlandırılmış bir düşman askerinden daha tehlikelidirler.  Soysuz, nesepsiz uydurukça ve yabancı kelimelerle yazılmış şiirlerde kahramanlığı, aşkı, sevgiyi, öfkeyi: makalelerde edebi zevki, sohbetlerde musikiyi, kelimeler arasında izdivacı ve deruni manayı bulmamız mümkün mü?

Şu Üniversite imtihanlarındaki soruları, soru haline getiren kelimelerin yarıdan fazlasının manalarını anlayamıyorum: çünkü Türkçe değil!.. Bu kelimeleri ne babam ve annem, ne de dedem ve ninemden duymadım. O eli öpülesi mübareklerden bu pis koku veren kelimeler sadır olmamıştır. Liseyi (1970) bitirinceye kadar, hocalarımdan da bir tanesi müstesna- duymamıştım. Zira onlar, Şeyh Galib’in dediği gibi, adeta : “Anlar ki, kelama can verirler” di. Milletle ait olan dil müessesesi üzerinde, fertler istediği gibi tasarruf hakkına sahip değildir!.. İçinde yaşamaya mecbur olduğum kalabalığı meydana getirenler, her hece ve kelimenin sonuna “sal” ve  “sel”i ilave ederek dil, belagat, fesahat, talâkat, telaffuz ve natıka  -  (affedersiniz  “diksiyon”larını  “çağdaşlaştırıp”“performans” ) larını yükseltmişler (!)

Bir başka garabet ise, zamanımız insanının konuşma özürlü olması. Doğru veya yanlış olarak kullandıkları, nerede ise, her kelimenin arasına “eee.., eee..” leri sıralamaları. Hangi iptidai kabile veya medeni milletten olursanız olunuz, cemiyet denilen mefhumun en küçüğünü “aile”, büyüğünü de “millet” mydana getirir. Her iki kutlu müesseseyi oluşturan fertleri birbirine bağlayan hususiyetlerin en başında “dil”, “ırk” ve “din” vardır. Bu manzumeden musıki; şiir, destan, ağıt ve millet sevgisi: evliya ve peygamber sevgisiyle Allah sevgisi fışkırır. Cinas zevki ve kafiye an’a nesi yok edildi. Türkü, şarkı: destan ve ilahilerimizdeki kelimeleri bir an için kaldırıp, yerlerine de bugünkü neslin kullandığı uyduruk-kaydırık kelimeleri(!) koyup tekrar okuduğumuz da aslının verdiği sevgiyi, aşkı, cana yakınlığı, sevdayı; hüznü; yiğidliği, mertliği, kahramanlığı, haşmeti; ululuğu, tevazüyu; Tanrı’ya yakınlığı, sıcaklığı, teslimiyeti vermediğini göreceksiniz. Elbette vermez ve vermeyecektir de!.. Çünkü, adeta birer roman olan şarkı ve türkülerimizi ifade eden gıdalı ve lezzetli kelimeler, binlerce yıldır aziz milletimizin medeniyet damarlarından süzülüp gelerek tadlanmış vaziyettedir. Bu kelimelerdeki tılsımı, ne asılsız ve asaletsiz piç kelimelerde, ne de bizi acımasız emperyalizminin kucağına düşürmeye çalışan İngiliz ve Fransız kökenli kelimelerde bulabilirsiniz. Şu hakikati unutmayalım ki, diline sahip olamayan milletler önce milliyetini, akabinden de vatanlarını kaybederler.

Türkçemizin büyük şairi merhum Yahya Kemal Beyatlı’nın: “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır!” ifadelerini, haklı olarak değer ölçüsü kabul edersek, avazımızın çıktığı kadar: “- Vatan kaybediyoruz!.. diye haykırabiliriz. Tarihimize düşman, milli ahlak ve seciyeden mahrum nesiller yetiştirmeye gayret sarf eden eğitim sistemine “misyonerlik” faaliyetlerini de lütfen ilave ederseniz, koltuk uğruna gaflet uykusunda uyuyanlara yüksek sesle nasıl hitap edeceğinizi bilirsiniz. “Vatan” sizin için önemli olmayabilir, amma benim için çok önemlidir; çünkü dedelerim bu topraklar için, bu topraklar üzerinde yaşayan aziz milletim için, aziz ve büyük milletimin konuştuğu ses dilim olan “Türkçe” için savaşıp, “ses bayrağım”ın altında şehid olarak yatmaktadırlar.

“Dil” gönül, cesaret, yürek, istek, niyet manalarındandır. Yapı itibariyle de ses, hece, kelime ve cümleden meydana gelir. Bu yapı içerisinde meramımızı anlatabilmek için kullandığımız en büyük unsur “kelime”dir. Kelimenin de bir dış yapısı, yani işiltiden ciheti, birde içyapısı denilen anlam yönü vardır. Bu iki husus bir bütünü, yani “kelime”yi oluşturur. “Dil”deki kulak dilini, tad dilini ve koku dilini de unutmamamız icabet eder.

Son günlerde hemen-hemen herkesin üzerinde konuştuğu veya konuşmaya çalıştığı “kimlik” mes’elesinde, sosyoloji ilmi, ”MİLLET”i tarif ederken, “dil birliği”ni en baştaki temel unsur olarak kabul etmiştir. Görülüyor ki, dil “milli”dir. Milli dilimiz de, Türk Milletinin hayat felsefesini, yaşama gayesini, ülküsünü, mefkûresini, yansıtır. Evet, milli kültürü meydana getiren hususların en başında dil vardır. Dil düşüncenin aynasıdır; dil zengin ise, kültür de zengindir. Büyük medeniyetler ve kültürler zengin bir dil ile oluşmuştur. Üç-beş yüz kelime ile konuşan millet, millet olmaktan çıkar; dolayısıyle kültüründen de bahsedilemez. Şuarasını da ifade etmek zaruretini hissediyorum ki, dilin zenginliği demek, bugünkü gibi, behemehâl o dil içerisinde doğru-yanlış, yerli yersiz yabancı kelimelerin katılması demek değildir.

Descartes ve Leibniz’in atmış ve ekmiş olduğu tohumlarla, milli dilleri ortadan kaldırıp, onun yerine Latinceyi yerleştirmeye çalışanların Türk diline, Türk kültürüne dolayısıyla Türk Milletine düşman oldukları asla unutulmamalıdır. Dil psikoloji, dil hukuku ve dil felsefe âlimlerine her zamankinden bugün çok daha fazla ihtiyacımız vardır; çünkü dil özürleri çoğaldı da ondan…

Bizim ıstırabını çektiğimiz hususlarda rahatsızlık duymayanların vatan sevgisinden bahsetmeleri de mümkün değil. Çünkü onlar için millet “nev-i beşer”, vatanları da “rui zemin”dir.

Bu önemli tespitleri içeren yazının sahibi, Değerli büyüğüm Şükrü Karaca Bey’dir.

İzmir’de ki fikir dünyasının önemli simalarındandan olan Şükrü Karaca Bey’i sevgili Ahmet Okumuş Dayımın vesilesi ile tanıdım. Kendisi, Ortadoğu Gazetesi, Orkun Dergisi gibi birçok yerde yazılar yazdı. Çanakkale ve Gaziler Derneğinde önemli görevler ifa eden Şükrü Karaca Bey, çeşitli zamanlarda verdiği konferanslarla da gençliğimizi uyarmaya ve uyandırmaya devam etmektedir…

Aynı zamanda Kıbrıs Gazisi olan Şükrü Karaca Bey, açılım tartışmalarının yaşandığı bir dönemde “Dil “milli”dir, Milli dilimiz de, Türk Milletinin hayat felsefesini, yaşama gayesini, ülküsünü, mefkûresini yansıtır” diyerek; dilin devlet ve millet hayatında ki önemini bu ufuk açan yazısına yansıtmış ve benimle paylaşarak sizinle paylaşmama vesile olmuştur. Kendisine teşekkür ediyorum tüm okuyucularım adına…

Görüşmek üzere, Allah’a emanet olun…