Eylül Ayının son günleri ile Ekim Ayının başları tüm Karadeniz’de olduğu gibi Çayeli Senoz Vadisinde de “yaylalara veda zamanıydı.”
“Yaylalarımızdan Geriye Göçü” yazmak, yaylalara ilk çıkışın göçünü yazmaktan daha zor ve bir o kadar da hüzünlüdür.
Baharla birlikte havaların ısınmasıyla yemyeşil otların, her türlü çiçeğin dağları şenlendirdiği günlerde başlayan “Yayla Göçleri”, Sonbaharla birlikte geride birçok anı bırakarak sona ererdi.

Yaylalara veda zamanı, ilk göçten çok ama çok farklıydı.

Yaylalara çıkıştaki ilk göçün coşkusu, sevinci ve özlemi, geriye dönüş göçünde yerini kelimenin tam anlamıyla bir “hüzne” bırakırdı.

Köylere yaylalardan “geriye göç” her zamanki gibi “ilk göçle” gidilen yayladan olurdu.

Çayeli Senoz Vadisinde bulunan; “Şarınçor, Çağçor, Pilunçut, Pelat, Şemkehot, Lazlakar, Cocon, Abelat, Tağpur, Yediçukur, Çirmanıman, Eğnaçor, Zargistal, Karos, Tavlağonk, Dağlarıpos, Cenlipos, Messasert, Haçipos, Çermeç, Haçıntaş, Beydigüzi, Faso, Viçvonak, Keğut, Eğzar,Cofk, Karadegner, Arkınç, Düzmezre” gibi yaylalara çıkarken ve geriye yapılan göçlerde “sevinç ve hüzün” bir arada yaşanırdı.

Yaylalara veda zamanının geldiğinin en büyük işareti yüksek dağlara yağan kardı.

Senoz Vadisinde rakım olarak en yüksekte olan “Baldaş Dağının” eteğinde kurulan “Şemkehot Yaylasından” Pelat Yaylasına göç başladığında yavaş yavaş sonbaharın soğuklarını hissetmeye başlamışız demektir.

Şemkehot Yaylasından; Pelata, Cenliposa ve Mesaset Yaylalarına geriye göç aynı anda yapılırdı. Daha sonra bir kısım yaylacılar Pelat Yaylasından, Çağçor ve Pilunçut Yaylalarına ve ya köylere daha yakın olan mezrelere inerlerdi.

“Tahpur Yaylası” ise, önce Abelat Yaylasına” daha sonrada “Guycili Çağçor Yaylasına “ doğru geriye göçü yaşardı.

Pelat Yaylasından “Çağçor Yaylasına” inenler olarak, ”Abelat Yaylasından” “Lazlakar Yaylasına” kadar uzanan sıradağları çok net görürdük.

Çok iyi hatırlıyorum,  yaylacımız olan rahmetli Ayşe Halamın; “bugünde dağlara kar yağmadı, daha epeyi buradayız” dediğini.

Velhasıl beklenen kar “Abelat Yaylasına” yağınca bizim için geriye göç zamanı da gelmiş olurdu.

Zamanı çok iyi ayarlamak gerekirdi.

O günün yaylacıları o kadar tecrübeliydi ki; kar kapıya dayanmadan “yolcu yoluna gerek” sözünü adeta ezberlemiş gibi karın geleceğini hissederdiler.

Geriye göç ifade ettiğim gibi çok hüzünlü olurdu bizim için.

Her şeyi ağırdan alarak hazırlamaya koyulurduk.

Katıklar özenle torbalara konurdu.

Yaylacılığın en temel nedenlerinden olan ineklerden elde ettiğimiz süt ürünleri (katık) kış boyu köyde hane halkı için çok önemliydi.

Düşünebiliyor musunuz?

Yayladan gelen “katıklarla” birlikte, meşelerden sağılan “bal”,tarlalarda üretilen “mısır” , “taze fasulye” ile yapılan turşu ve “kış meyvelerinin” saklandığı “kilerlerin” (serender) nasıl zengin olduğunu!

Yayla evimizde kalması gereken eşyaları özel çuvallarına koyarak tavandan asardık.

Böylece, kış boyu hem çürümekten hem de kemirgen hayvanların zarar vermesinden korunurdu geride bıraktığımız eşyalarımız.

Yayla evinin üzerini örten “ğartumalar(çatı örtüsü)” son kez kontrolden geçer yıpranan ğartuma varsa onarılır, evin duvarlarından düşen taşlar falan varsa tamir edilir ve yayladan dönüşe hazır olurduk.

Burada bir parantezde ineklerimizin ruhu haline açmak isterim.

“Yaylalara Göç” yazımda bir ifadem vardı.

Demiştim ki; “…sabah ahırdan çıkan her bir ineğin havayı koklayarak yayla yolculuğuna başladığımız o an, benim diyen film yönetmenini kıskandıracak bir görsellik sunardı bu olaya şahit olan herkese…” diye.

İşte yayladan dönüş sadece biz insanları değil inekleri de hüzne boğardı!

Yaylaya göç başladığı zaman boyunlarına takılan “çernakları sallaya sallaya yol alan inekler”, dönüş yolunda ise kafalarını öne eğip gitmemek için sağa sola kaçar, ayak diretir her hallerinden üzgün olduklarını belli ederlerdi dönüş yolunda!

Ekim Ayının ilk haftasını da “Çağçor Yaylasında” geçirdiğimizi hatırlıyorum.

Çünkü köye dönüş yolunda kendi aramızda konuşurduk; acaba derdik köyde şimdi “moleviç ve kaba armudu” yetişmiş midir?

Bahsi geçen armutların yetişme zamanı tamda bu aya denk gelirdi.

Nihayet “geriye göç” günü gelip çatmış olurdu.

Önce “Haçipos Yaylasına” ulaşır orada bir mola verirdik.

Haçipos Yaylası yavaş yavaş köy havasını teneffüs etmeye başladığımızın başlangıcı olan bir yaylamızdı.

Bu yaylamız rakım olarak daha düşük olduğu için arıcılığa da uygun bir iklimi vardı.

Gürgen, Karaağaç, Kestane ve Çam ağaçlarının üzerinde “kara kovan peteklerini” görmemiz bu yüzden mümkün oluyordu.

Daha sonraki durağımız ise “Desikanın Köprüsü” idi.

Bu köprüyü de karşıya geçince hedefimiz “Şarinçor Yaylası” olurdu.

“Şarınçor Yaylasına” yaklaştığımızda meyvelerin kokusunu almaya başlardık.

“Geriye Yayla Göçlerinin” bu zaman dilimi bizim için çok değerliydi.

Yol üzerlerindeki meyve ağaçlarından dökülen ve üzerine her türlü sineğin ve böceğin konduğu armutların kokusunu unutmak bugün bile mümkün değildir bizim için!

Aslında, “Çağçor Yaylasından” yola çıktığımız andan itibaren o kokuyu almaya başlardık dersem abartmış olmam!

Meyve kokusunu bizden önce alan göçün en önünden yürüyen katırlar ve ineklerin olduğu da bir gerçektir.

Yolun hemen yanında dizilmiş yere düşen armutları yiyen katırların ve ineklerin verdiği fotoğraf muhteşem olurdu.

Aylardır yaylalarda taze çiçekli ot yiyen hayvanları, kendileri için başka bir tadı olan, arının, eşek arısının (bücek) ve her türlü sineğin konduğu armutlardan ayırmak bayağı zor olurdu.

Uzundere (Cağak) Köyüne ulaşan “geriye yayla göçünün çobanları”, armudun tadını aldıktan sonra bu defa da “Miktadın Bakkalının” içinden gelen sarı renkli üzerinde çikolata olan “kurabiyeleri” yemek, “tipitip sakızını çiğnemek” için sabırsız olurlardı!

Yayla çobanları daha yayladan çıkışta “yaylacı analarının” kesesindeki bozuk paraları ceplerine indirmiş olurdu “Mikdat Dayının” bakkalından alışveriş yapmak için.

Cağak’tan Çağçor Yaylasına birlikte göç ettiğimiz yaylacıları kendi köylerine bırakarak “Gobocid Mahallesi” üzerinden önce “Honçeldeğe” sonra “Kokumeriye” ve en sonra köyün içine gelir, yayla ineklerini ahırlara bağlayarak “geriye yayla göçünü” bitirmiş olurduk.

Bahar aylarıyla birlikte başlayan “Yayla Göçleri”; Güz aylarıyla birlikte nihayete ererken yaylacılar ve yayla çobanları her “puğarın gözünde” yedikleri yemeklerini, dağlarda yankılanan türkülerini, sevdalıklarını, oynadıkları oyunlarını geride bırakarak “yaylalarla vedalaşırken” gelecek seneye dair yeniden geri döneceklerinin sözünü verirlerdi iç dünyalarında!

Tüm yaylacı analarımızın ve kendilerinin en büyük yardımcısı olan “yayla çobanlarının” en büyük duası şu olurdu;

"Allah’ım tekrarını nasip eyle!"

Bugün o eski şaşaalı yayla göçlerini yaşamak mümkün değil maalesef.

Eski günleri yaşayan iki üç kuşak hala bu dünyada nefes alıp veriyor.

Onlar gelecek kuşaklara benim burada anlatmaya çalıştığım gibi yaylalarımızı anlatacak ve yaylacılık günümüzde daha çok dar bir kesimin yapmış olduğu bir uğraş olsa da kesintiye uğramadan devam edecek diye umut ediyorum!

Hemen hemen her yaylamıza gidilen araba yolları var artık.

Yayla evlerimizin çoğu ya zarar gördü ya da tamamen yıkıldı bakımsızlıktan.

Bu yeni yollar sayesinde inşallah yayla evlerimize de sahip çıkarak onları yeniden yapmak ve gelecek kuşaklara aktarmak bizler için olmazsa olmazlarımızdan olur.

Son olarak; yaylalarımızı boş bırakmayan her şeye rağmen “yayla evlerinin bacalarını tüttüren” her bir yaylacımıza buradan sonsuz sevgi ve selamlarımı yolluyor;

Ve “Senozun Tezenesi Sinan Akçal Ağabeyimizin” hepimizin yüreğine dokunan bir türküsüyle yaylalara binlerce kez selam yolluyorum;

“Nasip olsa bi da görsem yaylaları,
Bi da görsem karlı karlı dağları,
Oy yüreğum;
Oy anam ne edeyim...”

Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…