Doğduğu toprakları terk edip gurbet elleri mesken tutan ve zaman için de maddi zenginliğe ulaşan bir baba…

Büyük bir emeklerle okutup büyüttüğü oğlunu, doğup büyüdüğü Karadeniz’in şirin bir köyüne götürmeye kara verir...

Bu yolculuğunun amacını da şöyle açıklamış oğluna…

Geldiği o güzelim köyün insanlarının ne kadar fakir olduklarını oğlunun kendi gözleriyle görmesini ve büyük şehre gelmesinin ne kadar isabetli olduğunu oğluna göstermek!...

Köye giderek bir komşularının evine misafir oldular.

Baba ve oğlu bir hafta süreyle dağ bayır dolaşarak köyü ve köylünün yaşam koşullarını gözlemlediler…

Yolculuktan döndüklerinde baba,”insanların ne kadar fakir ve yaşam koşullarının zorluğunu gördün mü?” diye oğluna sordu.

“Evet” der oğlu.

“Peki, oğlum ne anladın?”

Oğlunun cevabı şaşırtıcıdır…

“Şunları gördüm babacığım…

Bizim evde küçük bir tane köpeğimiz var, onların ise dört tane. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onların sonu olmayan deresi…

Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onların ise sayısız yıldızları. Biz, bir bakışta avlunun sonunu görebiliyoruz, onlar ise sonsuz ufukları…

Bizim yaşadığımız hayat; zamane putlarına tapanların dünyası olmuş. Her şeyimiz muşambadan bir dekora mahkûm olmuş!

Makam, mevki, para, pul hayatın sınırlarının içinde birer meşgaleymiş bizim için…”

Baba şaşırır bu tespitlere, oğluna vereceği cevabı da yoktur doğrusu!

Oğlu babasına teşekkür eder ve der ki;”sağ ol baba, aslın da ne kadar fakir olduğumuzu öğrettin bana” der!”

Şimdi ben bu hikâyeden güç alarak size bir iki şey söyleyebilirim artık!..

Gurbetle sığınak arayanlar, memleket sevgisini unuttular mı?

Kaçkarların sisi aklımıza gelmez mi?

Gurbette olanlar için gidilen her yer gurbetin başkenti olarak düşünülür mü?

Ama hala geri dönüp bakmayanlar için bir sitemimiz yok mu?

Orada yağmurlar yalnız yağar…

Karlar yalnızlık yükleyerek düşer yeşilin üzerine ve güneşin yakıcı boğukluğunda yalnızlık var…

Issızlığın hakim olduğu o köylerde eski güzel günlere özlemle uzanan temiz yürekler hala vardır,olmalıdır da!..

Benim kalemimin anlattığı sevgi ve özlem tarifi sizin yüreklerinizi doldurur mu bilmem?

Doğduğumuz toprakların hasreti ve özlemi benim duygularımdan daha çok sizlerle paylaştığım sevdiğimin belgesidir aslında…

Bu satırlar kâğıt yapraklarına düşen yürek çırpınışlarımdır da!

İşte bu duygularla bir kez daha içimde ki özlemi yazarken, için için yanıyor ve doğduğumuz topraklardan bir kez daha hatıralar düşüyor yüreğime…

Çok önemsediğim bir konuyu da yazarak yazımı nihayetlendirmek istiyorum…

Sizi bilmem ama ben gurbette ölenlerimiz için hep üzülmüş ahlanmışımdır!

Özellikle, ömrünü o güzelim coğrafyada geçirmiş büyüklerimizin ölümlerinin gurbet ellerde vuku bulması ve yabancısı oldukları ellerde “ebedi istirahatgahlarında” defnedilmesine hep düşündürtmüş üzmüştür beni!

Ölüm her daim aramızda gezer durur…

Gurbette ki ölüm bir başka üzer beni, düşündürür, sanki bana öyle gelir ki; bu ölen kişi ve onun yakınlarının doğduğu topraklarla ilgisi artık kesilmiştir!

Öyleyse ne yapmalı ne etmeli?

Ölen yalancı dünyadan göç etmiştir ama kalanlara düşen görev ne olmalıdır? Mezarlıklar bizim kültürümüz de o kadar çok şey ifade eder ki!

Mezarlar, bu dünyadan göç eden insanımızın geride bıraktığı en önemli işaretleri olması bakımından, bizim için çok değerli ve baba topraklarına kazınan mühür gibidir…

Bu soruyu her birimiz kendimize sorup cevap aramalıyız!

Okuduğunuz hikayede, oğlun babasına verdiği cevap da olduğu gibi, bizim çocuklarımızın bir gün gelecek “ne kadar fakir olduklarını” anlamalarını istemiyorsak tabii!

Görüşmek üzere, Allah’a emanet olunuz…