İnsanın nefsini terbiye edebileceği, sabrını olgunlaştırabileceği günler olarak görürüm mübarek oruç ayını.

Bilmiyorum, sizlerin de her “Ramazan Ayı” geldiğinde geçmişe dönük hatıralarınız gözünüz de canlanır mı?

Ben her oruç ayı geldi mi, köyümüzde, yaylalarımızda yaşadığım çocukluğumda ki o güzel Ramazanları da hatırlarım bol bol.

Hele ilk oruç tuttuğum ya da tutmaya çabaladığım zamanlar aklıma geldikçe tebessüm etmekten de kendimi alamam!

Çocukluğumuzda “arka dişlerimizle” öğlene kadar tuttuğumuz oruç denemelerimiz oluyordu!

Bu denemelerden birkaç yıl sonra nihayet oruç tutma zamanının geldiğine inanırdık.

Nasıp işte ilk orucumu “Pelat Yaylasında” tutmaya başlamıştım.

Daha sonra göç ettiğimiz “Şemkehot Yaylasında” Bayramla taçlanmıştı ilk tuttuğum orucum.

Ama “ilk orucum”, “ilk oruç bozmamın” da tarihidir aynı zamanda!

Sanırım on beş gün kadar “Pelat Yaylasında” oruç tutmuş daha sonrada “Şemkehot Yaylasına” oruçlu olarak göç etmiştik.

Pelat yaylasında sabahın ışımasıyla beraber kalkıyorduk, akşama kadar o uzun günlerde çoban gidiyorduk.

Yaşım 11 ya da 12 idi. Rahmetli Ayşe Halam; “evladım  günler uzun, bak yaşıtlarında oruç tutmuyor sen de tutma” diyordu ama laf dinlemiyordum. Ama ne yalan söyleyeyim, içimden her gün akşama doğru yarın bende oruç tutmayacağım diye de geçirmiyor değildim!

Nihayet göçle birlikte  “Şemkehot Yaylasına” çıktık.

Bilenler bilir, bu yaylamızda çobanlık hemen hemen hiç yoktur. İnekleri sabah gidecekleri otlaklara götürür ve geri dönerdik. Daha sonra koca bir günü, ya top oynamakla, ya met-değnek ya da başka bir eğlenceli etkinlikle geçirmeye çalışırdık.

Tabii ilk orucumu tutmam nedeniyle daha bir dikkat ediyordum.

Yaşıtlarım dağ bayır dolaşırken ben daha çok “vonagın”(yaylanın çevresi) etrafından ayrılmamaya özen gösteriyordum. Ama arkadaşlarımın ya da büyüklerimizin dağlara doğru olan gezilerini de dürbünle izlemekten geri kalmıyor, onlara özeniyordum!

Bir gün iftara yaklaşık iki saat falan varken arkadaşlar, “Salağpur” da top oynamaya gidelim dediler. Ben de bu teklifi geri çevirmedim ve arkadaşlarla beraber Salağpura top oynamaya gittim.

İki takım oluşturuldu ve maç başladı.

Maçın ilerleyen bölümlerin de, oruç tutmayan yaşıtlarım “Salağpur’un Puar’ından” kana kana sularını içip tekrar maça dönüyorlardı. Ben o kadar yorulmuş ve o kadar susamıştım ki topa ayak vuracak dermanım bile kalmamıştı. Bir ara bayılacağımı sandım. Zaman zaman oyuna ara vererek, çimenlerin üzerinde uzanıp dinlenerek, toparlanmaya çalışıyordum. 

Neyse, maç iftara yarım saat kala bitti ve arkadaşlar “Şehitliğin” altından “Hoveniçe” doğru çıkmaya başladılar. Hoveniç, “Pakların”(taş evler) yanında ki otlağın ve yaylacıların toplandığı yerdi ve salağpurla evlerin arasında yaklaşık bir kilometrelik yolun adıydı…

Benim gözüm o kısacık yokuşu çıkmayı kestiremiyordu!  

Arkadaşlara siz gidin ben de yavaş yavaş arkanızdan gelirim dedim. Onları gidişini izlemeye başladım.

Ne zaman ki görüş alanımdan çıktılar daha maç oynanırken kafama koyduğum işi yapmak için Salağpur’un o tadına doyum olmaz puarına doğru sürünerek gittim. Orada yaşadığım sahneyi nasıl anlatırım bilmiyorum ama sanırım bugüne kadar o buz gibi puardan benim kadar bir defada su içebilen başka hiçbir beşer olduğunu zannetmiyorum! 

“Salağpur’un Puarı” bilinen klasik puarlardan değildir. Yani oluk vasıtasıyla suyu içilmiyor; kaynağından akan suyun önüne bir gölet yapılmıştı. Defalarca başımı puarın göletine daldırıp çıkarıyordum. Her defasında buz gibi sudan dayanabildiğim kadar kana kana içiyordum!

O kadar su içmiştim ki karnım şişmiş ve adım atacak takatim da kalmamıştı! 

İftar olmak üzereydi ve benim bir an önce eve gitmem gerekiyordu. Ama bu durumda eve nasıl gidecektim, bir taraftan da onu düşünmeye başladım.

Yemyeşil çimenlerin üzerine beş on dakika uzandım belki kendime gelirim diye ama bu çabamda nafileydi. Aradan biraz zaman geçti ve ben kendimi biraz topladım eve gitmek için yola koyuldum. Her evin bacasından dumanlar yükseliyordu. Anlaşılan iftar çok yakındı. Yaylanın “vonag” ında” tek inek kalmamış hepsi ahırlara alınmıştı.

Düşe kalka eve geldiğimde iftar olmuştu bile!

Rahmetli Ayşe Halam beni görünce telaşlı bir ses tonuyla “neredeydin evladım?” diye sordu. Ben arkadaşlarla top oynadığımdan çok yorulduğumu ve ancak gelebildiğimi söyledim.

Tabii o kadar su içmişim ki değil yemek yemeyi, o en sevdiğim “peynir muhlamasından” da yiyemeyince, Rahmetli Halam; ”sana ne oldu hasta mısın?”  diye sordu. Ben yorgunluktan olduğunu söyledim ve kendimi içi “poşğe”(dağlardan topladığımız kalın ve sert otlar) dolu yatağın üzerine attım.

Uyandığımda Ayşe Halam beni sahura kaldırıyordu! 

Bu vesile ile yaylacı annelerimizden ölenlere Allah Rahmet eylesin, kalan son yaylacılarımıza da sağlık ve huzur dolu ömür versin.

Değerli dostlar; her birimizin hayatında öyle zamanlar vardır ki, yerlerini ancak o zamanları yeniden yaşayarak doldurabiliriz.

Maalesef bu zaman dilimlerini bir daha yaşayamayacağımıza göre bize de hatırlamak ve hatırlatmak düşüyor!

Anlattığım “ilk oruç” ve ilk oruç günahıma” dair hatıramı sizlerle bu duygular içinde paylaştım.

Hepinizin Mübarek Ramazanını kutluyor, “huzur ayının” ülkemize ve tüm insanlığa hayırlar getirmesini Rabbimden niyaz ediyorum.

Görüşmek üzere, Allah’a emanet olunuz…