Zamanla anladım ki; Ramazan ve insan arasındaki ilişki “bir ibadet” olmaktan çıkıp, sanki zamanı doldurduğumuz, öylesine, alelade bir serüvene dönüştü!

Görsel anlamda zirve yapan günümüz Ramazanları sanki manevi dünyamızdaki anlamını yitiriyor gibi geliyor bana…(Bir ibadetin ötesin de Ramazan/ 2008-Çay Haber)

Böyle yazmıştım üç sene önceki Ramazan ayıyla ilgili yazımda… 

İnsanoğlunun en güzel şekilde nefsini terbiye edeceği ve sabrını olgunlaştıracağı mübarek günler olarak görürüm oruç ayını… 

Bilmiyorum, sizin de her Ramazan başladığın da geçmişe dönük hatıralarınız gözünüz de canlanır mı? Ben sadece nefsimizin terbiye edilmesi olarak bakmıyorum Ramazanlara. Her oruç ayı geldi mi, çocukluğum da köyümüzde, yaylalarımızda yaşadığım o güzel Ramazanları hatırlarım da!

Hele ilk oruç tuttuğum ya da tutmaya çabaladığım zamanlar aklıma geldikçe tebessüm etmekten kendimi alamam…

Çocukluğumuz da,“geriki dişlerimizle”,öğlene kadar tuttuğumuz oruç denemelerimiz oluyordu!.. Bu denemelerden sonra nihayet oruç tutma zamanının geldiğini kendi adıma düşünüyordum… 

Nasıp işte ilk orucumu “Pelat yaylasında” tutmaya başlamıştım.

Daha sonra “Şemkehot yaylasında” Bayramla taçlanmıştı ilk tuttuğum orucum... 

Ama ilk orucum, ilk oruç bozmamın da tarihidir aynı zamanda!…

Sanırım, on beş gün kadar “Pelat Yaylasında” oruç tutmuş daha sonrada tüm yaylacılar olarak “Şemkehot Yaylasına” göç etmiştik… 

Pelat yaylasın da sabahın ışımasıyla beraber kalkıyorduk, akşama kadar o uzun günlerde çoban gidiyorduk. Aslında yaşım 11 ya da 12 idi. Rahmetli Ayşe Halam, “evladım  günler uzun bak arkadaşların da tutmuyor sen de tutma” diyordu ama laf dinlemiyordum. Ama ne yalan söyleyeyim her gün akşama doğru içimden, yarın bende tutmayacağım diye de geçirmiyor değildim!... 

Yaklaşık on gün sonra Şemkehot yaylasına geçtik. Bilenler bilir, bu yaylamızda çobanlık yoktur. İnekleri sabah gidecekleri yere götürür ve geri dönerdik. Daha sonra koca bir günü, ya top oynamakla, ya met-değnek ya da başka bir eğlenceli etkinlikle geçirmeye çalışıyorduk… 

O sene  oruçlu olmam nedeniyle daha bir dikkat ediyordum. Yaşıtlarım dağ bayır dolaşırken ben daha çok “vonagın”(yaylanın çevresi) etrafından ayrılmamaya özen gösteriyordum. Ama arkadaşlarımın ya da büyüklerimizin dağlara doğru olan gezilerini de dürbünle izlemekten geri kalmıyor, onlara özeniyordum… 

Bir gün iftara yaklaşık iki saat falan varken arkadaşlar, “Salağpurda” top oynamaya gidelim dediler. Ben de bu teklifi geri çevirmedim ve arkadaşlarla beraber Salağpura top oynamaya gittim.

İki takım oluşturuldu ve maç başladı. Maçın ilerleyen bölümlerin de, oruç tutmayan yaşıtlarım “Salağpurun puarından” kana kana sularını içip tekrar maça dönüyorlardı. Ben o kadar yorulmuş ve o kadar susamıştım ki topa ayak vuracak dermanım bile kalmamıştı. Bir ara bayılacağımı sandım. Zaman zaman oyuna ara vererek, çimenlerin üzerinde uzanıp dinlenerek, toparlanmaya çalışıyordum… 

Neyse, maç iftara yarım saat kala bitti ve arkadaşlar “Şehitliğin” altından “Hoveniçe” doğru çıkmaya başladılar. Hoveniç, “Pakların”(taş evler) yanında ki otlağın ve yaylacıların toplandığı yerdi ve salağpurla evlerin arasında yaklaşık bir kilometrelik yolun adıydı…

Benim gözüm o kısacık yokuşu çıkmayı kestiremiyordu!  Arkadaşlara siz gidin ben de yavaş yavaş arkanızdan gelirim dedim. Onları izlemeye başladım.

Ne zaman ki görüş alanımdan çıktılar daha maç oynanırken kafama koyduğum işi yapmak için Salağpurun o tadına doyum olmaz puarına doğru sürünerek gittim. Orada yaşadığım sahneyi nasıl anlatırım bilmiyorum ama sanırım bugüne kadar o buz gibi puardan benim kadar bir defada su içebilen başka bir kul olduğunu hiç düşünemiyorum!... 

Defalarca başımı puarın göletine daldırıp çıkarıyordum. Her defasında o buz gibi sudan kana kana içiyordum! O kadar su içmiştim ki karnım şişmiş ve adım atacak takatim da kalmamıştı! 

İftar olmak üzereydi ve benim bir an önce eve gitmem gerekiyordu. Ama bu durumda nasıl gidecektim eve…

Çimenlerin üzerine beş on dakika uzandım belki kendime gelirim diye ama nafileydi. Nihayet kendimi biraz topladım ve eve gitmek için yola koyuldum. Düşe kalka eve geldiğimde iftar olmuştu bile. Rahmetli Ayşe Halam beni görünce telaşlı telaşlı, “nerdeydin evladım” diye çıkıştı. Ben arkadaşlarla top oynadığımı, yorgun düştüğümü söyledim ve ancak gelebildiğimi ifade ettim… 

Tabii o kadar su içmişim ki yemek yemeyi bırakın  o en sevdiğim “peynir muhlamasından” da yiyemeyince, Halam,”sana ne oldu hastamısın?”  diye sordu. Ben yorgunluktan olduğunu söyledim ve kendimi altı “poşğe”(dağlardan topladığımız kalın ve sert otlar) dolu yatağın üzerine attım. Uyandığımda Halam beni sahura kaldırıyordu!... 

Evet dostlarım, ilk orucumu ve ilk oruca dair günahımı sizlerle paylaştım!…

Bu vesile ile yaylacı annelerimizden ölenlere Allah Rahmet etsin, kalanlara da uzun ömürler versin duasını ediyorum… 

Değerli dostlar; her birimizin hayatında öyle zamanlar vardır ki, yerlerini ancak o zamanları yeniden yaşayarak doldurabiliriz… Ama bir daha yaşayamayacağımıza göre bize de hatırlamak ve hatırlatmak düşüyor! Bu ilk oruç ve ilk “oruç bozma ” hatıramı sizlerle paylaşırken bu duygular içerisinde oldum… 

Tüm okuyucularımın Mübarek Ramazanınızı kutluyor, hayırlara vesile olmasını Rabbimden niyaz ediyorum… 

Görüşmek üzere, Allaha emanet olunuz…