Okumanın bilgilendirdiğini, konuşmanın olgunlaştırdığını, bunlara bağlı olarak öğrenilenleri paylaşmanın insana mutluluk vermesine inandığım için; eski kitap ve dergi sayfalarında kalan, daha önce okuyup notlar aldığım ve önemli gördüğüm bazı yazıları makaleye aktararak sizlerle yeniden paylaşıyorum.

Voltaire’in güzel bir sözü var, derki; “insanların barbarlıktan medeniyete nasıl geçtiklerini bilmek istiyorum.”

Bu sözün peşinden gidenlerden olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.

Fakat bazı kitaplardan “özet” diyebileceğim bir makale çıkartıp yazmak çok zor bir uğraştır.

 “Medeniyetin Temelleri” isimli kitaptan “kadınların tarih içerindeki yolculuğunun” anlatıldığı ve çok önemli gördüğüm bölümlerini alarak, dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de bitip tükenmeyen bir vahşilikle kadınlara karşı yapılan şiddetin tarihi hikâyesinden alıntılar yaparak bu çok önemli konuya dikkat çekmek isterim.

Bahsi geçen bu kitap, insanoğlunun dünden bugüne devam eden “medeniyet yürüyüşünün” anlatıldığı Amerikalı tarihçi Will Durant’a ait olan “Medeniyetin Temelleri” adlı çok ünlü bir eseridir.

Will Durant, kitabında bir medeniyet için gerekli olan şartlar üzerine duruyor önce.

Bu önceliklerin, jeolojik, coğrafi, ırkı ve psikolojik şartlar olduğunu söyler.

Medeniyetin ilk temelinin ekonomi olduğunu ve daha sonra insanların avcılıktan medeniyete geçmeleri, hayvanları evcilleştirmeleri, ateşin bulunması, yiyeceğin pişirilmesi, yamyamlığı, kölelik müessesesi, özel mülkiyet, devlet, hükümet, aile kavramı, kadınların medeniyete olan katkısı, ahlak, sanayinin başlaması gibi birçok soruya cevap arar ve biz okuyucuyu da tarihi bir yolculuğa çıkarır.

Kitabı okurken zaman zaman insanın tarih içerisindeki özellikle kadına karşı olan “vahşiliğine şahit olmak” ürpertiyor okuyanı.

Ayrıca insanın nereden nereye geldiğini ve bu yolda “muhteşem başarılar sağladığına da” şahit olmakta insana huzur veriyor.

Toprağa sahip olan, onu ekip biçmeye başlayan ve hayvanı evcilleştiren insanın üstünlüğü yeryüzünde hissedilmeye başlandığında, kadının toplumda ki rolü daha önemli olmaya başladı. Yazar bunu “toprağın bereketi” diye ifade ediyor.

Erkekler av peşinde koşarken, kadın da, çadır veya kulübe civarında yenilebilir ne varsa elleriyle çıkarıyor, koparıyordu.  

Avustralya’da, erkek avlanırken, kadının da, topraktaki köklü yiyecekleri çıkaracağı, ağaçlardan meyve ve fındık koparacağı, bal, mantar ve tahıl toplayacağı bir “kaide” idi.

Ateşin keşfedilmesi doyurulmayan oburluğu olan insanın bu oburluğunu sınırladı ve ziraatla işbirliği yapan ateş, insanoğlunu mütemadiyen av peşinde koşmaktan kurtardı.

Yiyeceğin pişirilmesi, aynı zamanda, sert etleri yumuşatmakla çiğneme ihtiyacını da azalttı ve böylece, medeniyetin işaretlerinden biri olan diş çürümesi başladı.

Eti ve sebzeyi pişirerek yemeyi öğrenen insanoğlu bu yiyecek maddelerine birini daha ekledi; hemcinsi. Yamyamlık bir zamanlar evrenseldi; hemen hemen bütün ilkel kabilelerde olduğu kadar, İrlandalılar, İberyalılar, Pikt’ler ve on birinci asırda Danimarkalılarda ve daha sonra ortaya çıkan halklarda da görüldü…

Solomon Adalarında da beşeri kurbanlar, tercihen kadınlar, ziyafetlerde sunulmak üzere özel besletilerek şişmanlatıldılar!

İlkel insanlar, güneşte kuruttukları kilden tuğlalar yaparak kulübeler inşa ettiler.

Binlerce yıl sonra ilkel insanın, ekonomik medeniyetin bütün gerekçelerini tamamlaması için, üç işlemi daha geliştirmesi gerekiyordu; taşıt mekanizması, ticaret işlemi ve mübadele vasıtası. Ziraat, medeniyeti harekete getirmekle beraber, sadece özel mülkiyete değil, köleliği de yol açtı. Saf avcılık topluluklarında kölelik bilinmiyor, bedeni çalışmayı gerektiren işler için, avcının karıları ve çocukları yetiyordu. Irkımız, ihtimal ki, çalışma ve alışkanlıkları, asırlar boyu devam eden kölelik çağında benimsedi. Köleliğin başladığı ilk dönemden birkaç asır sonra kölelik artık tabii bir müessese olarak görünmeğe başladı.

Kadın, avcılık çağında, (hayvanı bilfiil öldürmek dışında) yapılması gereken bütün işleri yaptı. Kadın, erkek için sık sık ve fazla sayıda çocuk doğuruyor, onları büyütüyor, evin tamirini yapıyor, orman veya tarladan yiyecek taşıyor, temizliyor, pişiriyor, giyecekleri ve ayakkabıları yapıyordu. İlkel cemiyetlerde, iktisadi gelişmenin çoğunu erkekten ziyade kadın gerçekleştirdi. Eski Yunanların, “yün ağacı” dedikleri pamuk bitkisinden, ilkel kadın iplik ve kumaş dokudu.

Buna rağmen, dünyanın bir çok bölgesinde erkek içerde uyurken, kadın dışarıda veya ahırda yatıyordu. Fiji’de, köpekler bazı mabetlere alınırken, kadınlar hiçbirine kabul edilmiyordu. Tarih içerisinde kadınlar, şüphesiz, uzun uzun konuşabilmelerinden ötürü erkeklere üstünlük sağladılar; erkeklerin sözleri altında kalmadı, karşılık verdiler, durmadan konuştular ve zaman zaman erkekleri dövdüler de. Fakat bir bütün olarak ele alındığında, erkek lort(efendi) idi, kadın da hizmetçi… Afrika’nın zenci kadınları kölelerden pek ayırt edilmedi. Evlilik, mülkiyet kanununun bir parçası, kölelik müessesesinin bir parçası olarak başladı.

Evliliği hayvanlar icat etti.

Bazı kuşların, boşanmanın görülmediği bir monogami içinde çiftleşip yavru yetiştirdiği anlaşılıyor… Bir asır önce Tahitililer arasında kadın-erkek birleşmeleri serbestti, ve çocuk olmadığı zaman istenildiği an bozulabilirdi; şayet arada çocuk varsa, ebeveynleri, herhangi bir sosyal leke ile karşılaşmaksızın bebeği öldürebilirdi, yada erkek söz verir eşine birlikte çocuğu bakmaya karar verirlerdi.

Ferdi evlilik, erkeğin ucuz köle sahibi olması ve kendi malını başkalarının çocuklarına miras bırakmamak arzusundan doğdu. Orta Çağ teologları, poligamiyi (Hz.) Muhammed’in icad ettiğini söyleseler de, İslamiyet ten çok çok önce ortaya çıkan bu adet, ilkel dünyanın evlilik tarzı idi.

Poligaminin yayılmasında birçok sebepler rol oynadı, ilk cemiyetlerde, avcılık ve harpler yüzünden, erkeğin hayatı daha fazla tehlikeli ve şiddet içinde geçti, ölüm nispeti kadınınkinden fazla idi. Böylece kadın sayısının artması, kadınları, poligami ve çıplak bir bekârlık arasında tercih yapmaya zorladı…

Zenginlik yayılınca evlenecek kızın uğruna ya savaş edilmesi ya da kızın babasına yüklü bir para verilmesi gelenek halini aldı. Birleşme hangi şekilde olursa olsun, evlilik artık hemen hemen bütün ilkel insanlar arasında mecburi oldu…

Bütün bu evliliklerin hiç birinde hemen hemen romantik aşkın izleri yoktur.

Tarihin birçok zamanlarında bazı kabilelerde, evlenmemiş kızlar tek kişilik hücrelerde muhafaza edildiler…

Buraya kadar yazdığım bazı cümleleri yumuşatarak yazdığımı söylemeliyim.

Benim bu yazıyı yazmamda ki maksadım, kadının tarih içerisindeki ailedeki ve cemiyetteki yerini, bu konuda yazılan çok önemli bir kitaptan sizlere örnekler sunarak anlatmaktır.

Kitabın içinde, bol bol yerel ve semavi dinlere atıflar yaparak “insanın medeniyet yolculuğunun” izahlar yapan Will Durant, insanların dini inanışları üzerinde de durarak bu yolculuğu anlatmaya çalışmış. 

Benim gördüğüm, yazarın bütün dinlere daha doğrusu “dinlerin uygulayıcılarına” eşit mesafede durarak tespitler yaptığıdır.

Yazarın kitaptaki bazı düşüncelerine katılmamama rağmen, her sayfasında bilginin ve emeğin büyüklüğünü gördüğümü de söylemeliyim.

İlkel tabunun gözde objelerinden biri kadındı.

Onun etrafında bin bir batıl inanış, kadını, zaman zaman dokunulmaz, tehlikeli ve “temiz olmayan” bir yaratık yaptı. Dünya efsanelerini yaratanlar, aile hayatında başarılı olamayan erkeklerdi, çünkü hepsi, bütün kötülüklerin kaynağının kadın olduğuna inandılar; bu, sadece İbrani ve Hıristiyan geleneklerinin kutsal saydığı bir görüş değil, yüzlerce putperest mitolojinin de görüşü idi…

Din, ahlak telakkilerinin temeli değil, ahlakın bir yardımcısıdır; ihtimal ki, ahlak, din olmaksızın da varlığını devam ettirebilir ve pek sık olmazsa da, ahlakı inanışlar, zaman zaman dinin kayıtsızlığına ve inatla direnmesine rağmen gelişti… Bilgi devamlınca büyür ve değişikliklere uğrarken mitoloji ve teoloji ile çatışır. İşte o zaman sanat ve edebiyatın, din adamlarının kontrolüne geçmesi heybetli bir zincir ve veya tiksindirici bir engel olarak hissedilir ve entelektüel tarih de, “ilim ve din arasındaki bir çatışma” karakterine bürünür.

Tarih boyunca bozulan tüm milletlere/toplumlara çekidüzen vermek için Allah(C.C) tarafından Peygamberler aracılığıyla dinler gönderilmiştir. Ve peygamberler dışında filozoflar, gönül adamları, insana, “güzeli, iyiyi ve doğruyu” anlatmak için tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır.

Yıllar önce okuduğum “Medeniyetin Temelleri” isimli kitaptan “kadına dair” bir yazıyı kaleme alırken aklımın bir köşesinde, bu kitaptan yıllar sonra sevgili hemşerim Mehtap Hamzaoğlu tarafından kaleme alınan, “Namus/ Kadına Şiddetin İdeoloji” isimli çok önemli eserinden de bahsetmem gerektiğini düşünüyordum.

Kadın, ahlak, evlilik, boşanma, kadın cinayetleri gibi çetrefilli konuları (sadece Türkiye özelinde değil bu çalışma) titiz bir çalışma sonucu kaleme alan Mehtap Hamzaoğlu; “…hakkını dahi arayamadan bu dünyadan sessiz sedasız giden kadınlara” diye, hakikati ifade eden bir söz başı ile kitabına başlamış.

Yukarda kısa bir özetini vermeye çalıştığım kitaptaki kadının, tarih içerisindeki toplumda gördüğü muamele; anlaşılan o ki, 21.yy dada, insanı “kadınlar konusunda” iyiye güzele doğru uyaran, peygamberlerin, filozofların, düşünce adamlarının aksine bir seyir takip etmiştir.

Son din olan İslam’ın yüce Kitabı Kuran-ı Kerim’de; kadın ve erkek hakkında ve her iki cinsin haklarında geniş açıklayıcı ayetler vardır. Kuran’da “kadın ve erkek ayrımı yoktur.”  Kadın ve ya erkek birbirlerine itaat etmesi diye bir şey söz konusu değildir; itaat sadece Allah’a edilir.

Mehtap Hamzaoğlu tamda bu durumu bir kez daha sorarak diyor ki; “erkeğin kadına tahakkümü ve buna yaslanan toplumsal cinsiyet eşitsizliği insanlık tarihinin en eski ve en büyük sorunlarından biridir. Töre ve ya namus cinayetleri de erkeğin kadın üzerinde kurduğu egemenliğin ve onun bedenini cinsel olarak denetlenmesinin en acımasız olanıdır… Evrensel bir nitelik taşıyan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin, telafisi olanaksız en ağır uygulaması olan namus cinayetidir… Namus cinayetine kurban giden kadınlarla ilgili Birleşmiş Milletler Nüfus Fonunun ortaya koyduğu tespitler çarpıcıdır. Buna göre dünyada her yıl 5000 fazla kadın namus cinayetine kurban gitmektedir.

Eduordo Galeona’nin; “insan haklarının evde başlaması gerekir” cümlesi üzerinden son olarak kadının ülkemizdeki ve dünyadaki durumunu irdeleyen Mehtap Hamzaoğlu’nun bahsi geçen bu kitabını da sizlere hararetle tavsiye ederim.

Wıll Durant kitabın sonunda tarih boyunca “insanın yolculuğu” ile ilgili şöyle bir cümle ediyor; “…bir bütün halinde ele alındığında, karşımızdaki manzara, hayret uyandırıcı bir yaradılışın, kaostan yükselen bir form ’un, hayvandan akıl insana giden yolların birbiri ardından açılışın manzarası. Bu “vahşiler” ve onların yüz binlerce yıllık tecrübe ve el yordamlarıyla ilerleyişleri olmasaydı, medeniyette olmazdı…”

Yazının sonuna doğru şu notu da düşmek isterim.

“Türk Töresinde” kadın, “katundur” yani “kraliçedir.”

Son ve en mükemmel din olan “İslam Dinini” kabul eden Türk Milleti daha sonra “Arap Kültürünü” din yerine koymaya başlayınca; cinsiyet eşitliğine dayalı “Türk Töresini” bıraktı/unuttu. Unutunca da, kaçınılmaz olarak Arap töresinin kadına baktığı gibi bakmaya ve bu bakış açısıyla kadınlarla ilişki kurmaya başladı.

Hâlbuki Eski Türk Kültüründe; kadın el üstünde tutulurdu.

Cengiz Han’ın eşi için söylediği; “Ben sizin Han’ınızım, bu da benim Han’ım” sözüyle dilimize hanım kelimesi yerleşmiştir.

Kadim Türk Kültüründe, kadın anadır, kadın evin direğidir, kadın çocuklarının öğretmenidir ve kadın, eşiyle birlikte hayatın bütün zorluklarını paylaşandır.

Daha Türkçesi; Yüce Dinimizde olmayan cemiyet hayatının hurafelerini “din adı altında” Türk Milletine dayattık, Türk Kültürünü Arap geleneğine feda ettik!

Yere düşen ekmeği nimet bilip eğilerek yerden alan, onu üç kez öperek helallik alan, kadim bir kültürden gelen nesiller olarak büyük “Türk Ozanı Neşet Ertaş’ın” sözünde olduğu gibi; bizim için kadınlarımız ve annelerimiz daima baş tacımız olmaya devam edecektir.

“Kadın insan, bizler insanoğluyuz.

Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun.