Gecenin ayazında, karın üzerine çıkarttığı “gacırt gucurt” seslerine ilerlerken her zaman ki gibi tek derdi ayağına hizmet ettiği insanı yerine sağ salim ulaştırmaktı. Karadeniz’in bel boyunu aşan karında, ayazında veya tipisinde yapması gereken, karda yol açmak ve sabit durabilmekti. Başka hiçbir ayakkabı veya alet onun başardığı işi başaramazdı…

Geçmişten anılarla asıldığı duvarda düşündükleri bunlardı. Şimdi kullanılmayan ama zamanında en ihtiyaç duyulan şeyler etrafında asılıydı. Hemen yanında deriden yapılmış ve kullanılmaktan delik delik olmuş bir “çarık”, yanında gene dize kadar örülmüş gri-siyah-beyaz karışımı bir “kıl çorap” ve daha başka niceleri. Geçmişin güzel yüzüydü bunlar. Ne kadar zorluklara göğüs germişlerdi beraber. Hele de fırtınalı bir günde çarığ’a sıkı sıkı bağlandığını ve tipinin kendisini fırlatmaması için ne kadar uğraştığını hatırlarken, yanlışlıkla sabitlendiği yerde takıldığı daldan kurtulamaya çalışırken ki çabaları ve bunun sonucunda da bir parçasının kırıldığını hatırlıyordu zorlanmalardan. Daha sonraları, sahibinin kırılan halkasını sağlam bir iple sıkıca dolayarak tamir ettiğini hatırlıyordu. Gerçi fazla estetik değildi ama olsun çokta kötü görünmüyordu hem sahibi kendisini kaldırıp kenara atmamış bu şekilde yıllarca kullanmıştı.

Bu ve benzeri nice anıları geçti gözünün önünden. Sahibi çobandı ve avcıydı dağlarda… Yaşam onun için öyle çok kompleks ve zorlayıcı değildi. İhtiyacı kadar sahipti her şeye, fazlasını sevmezdi. Köy yerinde daha fazlasına da ihtiyacı yoktu zaten. Şimdi sıcacık yanan “pilita” nın karşısına gelen duvarda bunları düşünürken bugünlerde artık modası geçmiş olsa da kullanılmasa da en azından çobanın anılarını süsleyen duvarında olma keyfini çıkarıyordu.

Geçmiş, hediklerin, çarıkların, kıl çoraplarının veya diğer ilkel gibi görünen ama aslında bulunduğu dönem içerisinde, insan hayatının çok fazla doğal yaşamla iç içe olduğu yönlerde etkiliydi. Yaşam, kendi varlığını sürdürmek için doğayla uyum sağlamak zorundaydı ve doğadan kattıklarıyla insanı beslerdi. Bir ağacın, hedik olması için verdiği dalları ve onu birbirine bağlamak için kullandığı ipleri hepsi ama hepsi doğadandı ve el emeği, göz nuruydu.  Günümüzün koşullarında olanakların genişliği ve çeşitliliği insanlara daha cazip gelse de hala geçmişten kopamayan dağların çoğu çobanı, yaşamlarında bunu sürdürmek için her şeyi göze alıyorlar…

Karadeniz’in dağlarında çok var. Başında kıl fesi, ayağında kıl çorabı, belki eskiden biraz daha yeni olan kara lastikleri kullansalar bile gene kışlarda yürüyüşlerin yetmediği yerlerde hala “hedik” kullanılmakta. Çünkü doğa, medeniyetten ve onun ürettiği modern techizattan anlamamakta ve hala,  korunmak için kendinden olan ilkelliğin arkasından gitmekte. Doğaldır her değer kendini çekmez mi? Bu anlaşılır bir şey ama pek çok kişi bunu bilmez çünkü herkesin anlayışı farklıdır veya yaşama pratiği farklıdır…

Ben, hedikleri bizim köy evinin “heyet” dediğimiz oturma yerinin altındaki alet-edevat yerini karıştırırken keşfetmiştim. Önceleri anlamamış bayağı bir beşik gibi kullanmıştım. Çok çok sonra yani büyüdükten sonra öğrendim ne olduğunu ve işlevini. Hayatın en zorlu saatlerinde insana dost olan bu nesneyi daha çok sevdim çünkü gerçek yaşamı anlatıyordu ve çetinlikleri, ağır iklim koşullarında ki insanın sığındığı bir dostluğu. Üzerine nice maceralı hayali hikayeler uydurduğumu hatırlarım ve gözümde hep bir hayal canlanır. Hani insan bazen farkında olmadan görsel betimlemeler yapar ya zihninde. İşte o anlardan… Ağır bir kar tipisinde yürüyen bir çoban. Dize kadar gelen kar ve attığı her adımda hediğinin, kendisine çizdiği yolda ilerleyen…