Hepsi sessizdi, susmayı ve görevlerini yerine getirmeyi öğrenmişlerdi; yörenin “gelinlik” denen geleneğinden nasiplerini almışçasına…( “gelinlik” yeni gelini aileye alıştırmak için uygulanan espriydi; aile bireylerinden herhangibiri, yeni geline ,“tençkap”ını kapalı tutacak ve  “ben şu zamanda konuş veya otur diyene kadar –başka isteklerde olabilir- susacaksın ve ayakta bekleyeceksin” derdi.)

Evler, köprüler, serendenler ve diğerleri; hepside “gelinlik” terbiyesiyle suskunluğa alışmışlardı… Yeşille “tençkap” yapmış susmakla ve ayakta durmakla terbiye nefis terbiyesi geleneğini sürdürüyorlardı... Ama “O” değirmendi, başkaydı, hep konuşmalı, coşmalı, heyecanlarını hissettirmeli, paylaşmalıydı. Böyle bir terbiye sistemi yapısına aykırıydı…

Dere, sohbetine katılır ve kendisi öğütme işlemini yaparken “O” da vuu-vuu, takır-tukur ezgileriyle eşlik ederdi; Su, bazen yavaş bazen hızlı gelişiyle çarkları besler, çıkardığı seslerle bestesine vokallık yapardı… Bu melodilerin arasında öğüttüğü unun kokusunu alan insanın, hemen eve gidip “haşil” veya “içğooç” yapıp yeme hayalı kurmasına sebep olurdu…

Suyun kenarını seviyordu, su onun gücüydü çünkü… İşini yapabilmek için çok büyük alana ihtiyaç olmadığından, sadece bir banyo büyüklüğü belki de daha küçük bir yer yeterliydi. İşi çokta zor değildi aslında; Mısırlar, buğdaylar olgunlaştığında köylüler aralarında anlaşır; sırayla gelip öğütme işlerini yaparlardı. O’na da akşamları ve yılın diğer zamanları derenin ve doğanın eşliğinde dinlenmek için bol zaman kalırdı…

Gövdesi tahtaydı; görünüşünü ve yerini seviyordu, fazla eşyası olmamakla beraber olanlar işini görüyordu. Derenin neminden, zor hava şartlarından korunmak ayrıca ağırlığını taşıtabilmek için sağlı sollu kurulmuş iki duvar üzerine gövdesi oturtulmuştu. Bu duvarların ortasına, değirmeni çalıştırmak için gereken gücü sağlayan çark yerleştirilmişti; bu çark, kendisine gelen patikanın üzerine yerleştirilmiş su oluğundan gelen suyla besleniyor ve içindeki öğütme taşlarını harekete geçiriyordu…

Işığını sağladığı küçük bir penceresi ve bu pencerenin hemen dibine yerleştirilmiş küçük bir sediri vardı, gelen misafirlerini ağırlamak için, zemini topraktı ve böyle rahattı… Kapının karşısında öğütme bölümü yerleştirilmişti, ortası delik, değdirmenler için özel yapılmış iki taş üst üste oturtulmuştu. Önünde ve solunda öğütülen unun döküldüğü tahtadan mesuka benzer kaplar vardı; taşların hemen üstünde tane mısır ve buğdayın döküldüğü, köşeli, ağzı geniş aşağı doğru daralan huni biçiminde büyük bir kap vardı; bu huninin ağzından taneleri taşın göbeğine akıtan küçük bir oluk vardı. (ayrıca akışın hızını ayarlayabilmek için oluğun ağzında bir ip vardı.) Huninin yukarı sağ tarafında, çuvalları boşaltmaya yardımcı bir terek vardı ve burada, unun kalın veya ince öğütülmesini sağlamak için taşların aralığını kontrol eden bir kol vardı…

Öğüttüğü unların miktarını ve buna ne zaman başladığını hatırlamıyordu ama yüz yılı geçmiş olduğunu yorgun tahtalarından hissedebiliyordu ve işini çok iyi yaptığınızda farkındaydı, işini iyi yapamasa ne diye bu kadar zaman kulanılsındıki…? Düşüncelerinden sıyrılınca, bu hatırlılarla içi burkuldu, oysa şimdi kapısını açan, kendisini hatırlayan kalmamıştı, belki birkaç kişi…

Un kokusu gitmişti, yerini küfün, nemin ağır kokusuna bırakmış ve yeni misafirleri artık örümcekler ve farelerdi. Üstelik artık susmuştu, o kadar uğraşmış kimse kendisine “gelinlik” ettirememişti oysa zaman bunu başarmıştı…

Artık sadece derenin ve doğanın sesini dinliyordu; bazen  rüzgârın, bir kuşun veya yağmurun kendisiyle konuşma çabası çokluyordu ama canı hiç bunlara karşılık vermek istemiyordu. Doğayla geçimi her zaman iyi olmuştu ve uyumluydu; oysa teknoloji denen şu uygarlık bozuntusuyla hiç geçinemez durumdaydı. Fabrika üretimi ve elektrikli değirmenler, onu köylüsünden, canlılığından, yaşamından koparmış, yalnızlığa mahkûm etmişti…

Çok iyi farkındaydı ki, öğüttüğü unun doğallığı, kalitesi, lezzeti, besin değeri daha iyiydi ama köylü kandırtmıştı işte; hakkında çıkarılan dedikodular, öğütmeye gelen köylülerden kulağına çalınmıştı: yok o artık teknolojik değilmiş, istedikleri kadar hızlı öğütemiyormuş, yeri çok sapaymış, vs... vs… , ve şunu fark etti yaptığı emekleri bir çırpıda göz ardı edilmiş ve unutulmuştu, birde utanmadan arkasından karalıyorlardı…

Ve kaderine terk edildiğini düşünerek, Kaplıca köyünün camisinin aşağısındaki yerinde, bir an esefle içini çekti ve her şeyi bir kenara koyarak, çöken günle beraber, ertesi güne yalnız uyanacağı düşüncesiyle gözlerini uykuya bıraktı…