Dr. Ali Rıza SAKLI

         Bir konuda insanlar iki grup oluşturmuş ve her ikisi de haklılık iddiasında bulunuyorsa, muhtemelen her ikisinin de haklılık payı vardır. Bir grup bütünüyle haklı ve karşı taraf bütünüyle haksız olsa, tartışma kısa sürede ortadan kalkar. Bu sebeple Ak Parti – Cemaat çekişmesinde her iki tarafın haklı ve haksız tarafları vardır. Bunun altını çizmek gerekir.

         Bizler bu konularda taraf olmadığımızdan, kamuoyunun taraf olan önemli kesiminin göremediği yönleri görme, konuyu dışarıdan bir bakışla ve tarafsız olarak ele alma şansına sahibiz. Buna karşılık,  bir taraf için önce dershaneleri sonra emniyetteki kadrolarını kaybetme tehlikesinin getirdiği gerginlik, diğer tarafta ise seçim arifesinde olmanın getirdiği taraftarlık psikolojisi, konuyu suhuletle ele almayı zorlaştırmaktadır.

         Öncelikle yapılan operasyonun dış kaynaklı bir operasyon olup-olmadığı konusu açıklığa kavuşturulmalıdır. Operasyonun ilk gününde hem ABD hem de AB sözcülerinin operasyonu destekleyen ve engellenmemesini talep eden açıklamalar yapmaları, dış bağlantı iddialarını güçlendirmektedir. ABD’nin Ankara büyükelçisinin sonra yalanlanan sözleri söylemiş olma ihtimali ve başka ABD’li yetkililerin bazı işadamlarına hükümete karşı destek talep eden ziyaretler yapmış olduğu iddiası, bu konudaki kuşkuları artırmaktadır.

Hemen belirtmek gerekir ki, ABD ve AB ekseninde desteklenmekle birlikte, Hükümete böyle bir operasyonu yapmayı en çok arzulayan ülke İsrail ve onun batılı ülkelerdeki uzantılarıdır. İsrail’in bölgede en büyük düşmanı, her iki tarafın birbirinin “kökünü kazıma” söylemlerine sahip olduğu İran’dır. Uzun süredir İran’ın nükleer güç elde etmemesi için ABD üzerinde baskı uygulayan İsrail, İran’a karşı ambargo uygulamaları ile kısmen amacına ulaşmıştı. İran’a yönelik ambargonun Halk Bankası faaliyetleriyle delinmiş olması ve operasyonun bir ayağının İran ve Halk Bankası bağlantılarından oluşması da, operasyonda ABD ve İsrail etkisini güçlendirmektedir.

         Diğer taraftan, bu operasyonun üç ayrı soruşturmanın birleştirilerek yapılmış olması ve seçim arifesine denk gelecek şekilde bekletilmiş olması iddiaları da önemlidir. Birbiriyle ilgisiz üç ayrı soruşturma, zaman içerisinde üç ayrı operasyonla hayata geçirilseydi ve seçim öncesine dek getirilmeseydi, belki Hükümetin bu şekilde tepki vermesine sebep olmayacak ve ülkede sağlıklı bir temizlenme ve arınma imkânı ortaya çıkarabilirdi.

         Operasyonun akabinde yapılan yorumlarda Fehmi Koru’nun; “operasyon’ denilen girişimlerde bulunanların yaptıkları her hamleyi önceden planladıkları ve gelebilecek tepkileri de hesaplarına kattıkları genellikle unutuluyor; beklenen ve hesaba katılabilecek türden karşı-çıkışların önceden öngörülmüş yeni saldırılara vesile olabildiği de bilinmeli” şeklindeki değerlendirmesi ilginçti. Şimdi bu tespiti değerlendirmek gerekirse; operasyonu başlatanlar daha sonra aynı profesyonellikle devam edemediler ve kamuoyu gözünde epeyce değer kaybettiler. Öyleyse, en azından bu aşamada, “önceden öngörülen tepkiler ve hazırlanmış cevabı” göremiyoruz. Buna karşılık, dershanelerin kaldırılmasına yönelik adımın iyice hesaplanmış bir hamle olduğu hissedilebiliyor.

         Gülen Hareketi ile Hükümetin arası Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı atanmasıyla açılmıştır. Yargı’da ve Polis’te önemli bir kadrolaşma yapan ekip, MİT’i ele alarak devlet hâkimiyetini pekiştirmek istemişti. Bunun önlenmesi, hareketin amacına ulaşmasını engelleyen son derecede hayati bir hamle olmuştur. Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı olmasını istemeyen ve skandal bir açıklama ile buna karşı çıkan İsrail (Bak: “İsrail’in İstemediği Müsteşar” başlıklı yazımız.) herkesi şaşırtmıştı. Fidan’a karşı İsrail’le aynı noktada bulunmaları ve Halk Bankası operasyonu ile ilgili iddialar, Cemaat’in dış bağlantıları ile ilgili eleştirileri artırmıştır.

         Yapılan operasyondan sonra önceden öngörülen tepkileri karşılayacak güçlü bir cevap ortaya çıkmamasına karşılık, Hükümetin dershanelerin kapatılması hamlesinin plânlı bir hamle gibi göründüğüne değinmiştik... Hakan Fidan’ın Müsteşar atanmasına karşı, Fidan’ın PKK temsilcileri ile yaptığı Oslo görüşmelerinin internete sızması ve benzeri hamleler, Hükümeti Cemaate karşı harekete geçmeye zorlamış olabilir. Şüphesiz Cemaate karşı en önemli hamlelerden biri, dershaneleri kapatarak en büyük gelir kaynağını kurutmaktır. Hükümet, Milli Eğitim’e paralel bir “test sınavına hazırlayıcı” sistemin gereksizliği noktasında alacağı kamuoyu desteği yanında, halkın dershane ücreti ödememek için kendisine destek vereceğini de hesaplamış olmalıdır.

         Gelelim yolsuzluklarla mücadelenin engellenmesi meselesine… Cemaat’in haklı olduğu bu önemli eleştiri, Hükümeti kısmen yıpratacak gibi görünüyor. Türkiye, siyasilerin maddi konularda denetimini yeterince yapamadığı gibi, iktidarların atadığı bürokratlar da kendilerini atayan hükümet döneminde denetlenememektedirler. Kamu yönetiminin denetimi sorunu, muhakkak ve muhakkak masaya yatırılıp çözülmesi gereken bir konudur.

         Samimi arkadaşlar arasında konuşurken üzerinde mutabık kalınan bir tespit; “Hükümete yakın görünen dindarların para ile olan imtihanı kaybettiği” şeklindedir.  Kamuoyunun hemen her kesiminde böyle bir kanaat mevcutken, operasyona konu edilen her üç bakan ve çocuklarının aklanmaya çalışılması, kabul edilebilir bir şey değildir. Hükümet, yolsuzluklarla mücadele noktasında önemli bir adım atmak mecburiyetindedir. Kamu yönetiminde; hesap verebilirlik, şeffaflık, adillik ve sorumluluk gibi ilkelerin dünya çapında kabul gören ilkeler haline geldiği bir dönemde, bu ilkelerin uygulanması ve hatalardan arınma zemini oluşturması son derecede önemlidir.

         İslâm inancı ve kültürü, adalete tarih boyunca bütün toplumlardan daha fazla yer vermiştir. Böyle bir inancın ve kültürün mensupları, devleti yönetirken sorumlu hareket etmeli, hatalardan arınmak için hesap vermeye kendilerini açmalı ve şeffaf yönetim süreçleri uygulamalıdırlar. Aksi halde “haramı” kâğıt üstünde kalmış bir ilke “kul hakkı”nı geçersiz bir anlayış kabul eden içi boş bir dindarlık anlayışı genç nesilde yer etmeye başlayabilir.

         Cemaatle ilgili bir başka iddia, kaset komplolarının içinde yer almış oldukları ve Hükümeti kasetlerle tehdit ettikleri şeklindedir. Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulmasında önemli bir işlev gören, Türkçe’nin uluslararası bir dil haline gelmesine katkı sağlayan bir grubun, böylesine basit ve etik olmayan işlerin içinde olması asla düşünmek istemediğimiz bir konudur. Bununla birlikte, bu konuda izaha muhtaç hususlar olduğunu da ifade etmek gerekir.

         Baykal’ı suçlayan kaset olayı kamuoyuna yansıdığında, Zaman Gazetesi’nin ilk gün hiçbir haber vermemesi önce yadırgandı, ama sonra bunun doğru bir yaklaşım olduğu düşünüldü. Çünkü bu tür bir konunun büyütülmesi, başta genç nesil olmak üzere toplum içinde gayr-i ahlâki uygulamaların meşru addedilmesine yol açar ve onarılamaz yaralar açabilir. Fakat aynı hassasiyet, MHP’nin bazı yöneticilerine kaset komploları kurulduğunda maalesef gösterilemedi… Aynı gazete, sayfa sayfa kaset içeriği yayınlamaya başladı ve bu iğrenç yayınlar günlerce sürdü.

         MHP’ye kurulan komplonun gerekçesi; dış güçlerin Türkiye’yi iki partili bir yapıya yönlendirme çabası olarak görülebilir. Ancak, bu kaset komplolarının, dış talepler doğrultusunda da olsa, Türkiye içinden birilerince yapılmış olması gerekir. En zor darbe delillerini kozmik odalardan alarak iddianameler hazırlayan savcı-polis güçleri, bu kasetlerle ilgili hiç harekete geçmediler, delil bulmadılar ve kimseyi suçlamadılar. Bu durum, kasetlerin soruşturmaları yapan birimlere sızmış ekiplerce hazırlanıp kamuoyuna servis edildiği şüphesini doğurmaktadır.

Hükümet-Cemaat çekişmesinde, bir üst düzey yetkiliyle ilgili komployu önlediğini bizzat Gülen’in açıklaması, diğer komploların önlenmeyen komplolar olabileceğini akla getirmiştir. Yeni kasetlerle ilgili Hükümet’e yönelik tehditler olduğu iddiaları bulunduğuna göre, kaset konusu da bu çekişmenin bir parçasıdır. Önümüzdeki yıl, dershanelerin kaldırılması için gerekenin yapılacağı ve bundan asla geri adım atılmayacağı Hükümetçe en üst düzeyde ifade edilmiştir. Bu iki konu, her iki tarafın sıradaki hamleleri gibi görünmektedir.

Diğer taraftan, polis içerisinde kadrolara müdahale etmek idari bir tasarrufla kolayca yapılabilirken, yargıya idarenin müdahalesi bu kadar kolay değildir. HSYK’nın operasyonları destekleyen bir açıklama yapması, yargı kanadında Cemaat ağırlığı olduğu şeklinde yorumlanabilir. Soruşturma açmak savcıların yetkisinde olduğundan ve polis bu konularda savcının emrine girmek zorunda bulunduğundan dolayı, idari kadro değişimleri çok fazla etkili olamayabilir. Bu sebeple, Hükümete karşı yargı (savcı-yargıç) gücünün kullanılması mevcut koşullar altında mümkün görünmektedir. HSYK’nın yapısını yeniden değiştirecek bir yaklaşım, kamuoyunda önemli eleştirilere yol açma riski taşımakla birlikte, hâkimler ve savcılar kurulu şeklinde iki ayrı kurul oluşturma gibi gerekçelerle, Hükümet tarafından girişilebilecek bir konudur.

Gelinen noktada, Hükümet çevrelerinde ilginç arayışlar ortaya çıkmaktadır. Askeri vesayete karşı Gülen Cemaati ile ittifak kuran Hükümet, Cemaat vesayetine karşı askeri çevrelere yanaşma eğilimleri göstermektedir. İktidarın önemli isimlerinden Yalçın Akdoğan’ın, Star’daki köşesinde; Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranlar” diye cemaati eleştirmesi, uzun hapis cezaları alan askerlere yönelik yeniden yargılama tartışmalarına kapı açmıştır. Türkiye sürekli ve çok hızlı değişen bir gündemle yatıp-kalkmaktadır. İstikrarsızlık dönemlerinin ülke ekonomisine bir faydasının olmadığını herkes bilmektedir. Bu sebeple, ülkeyi yönetme yetkisinin milli iradeyi temsil eden iktidarda olduğunu herkesin kabul etmesi, yolsuzluklarla mücadelede etkili tedbirler alınması ve süratle normal süreçlere dönülmesi ülke yararına olacaktır.