Bulutlar başımda dolaşırken, kendimi en özgür ve ulaşılmaz hissettiğim anlardandır…

Ve  Kaçkar olmanın keyfi başkadır Karadeniz de diye düşündürüyor beni, doya doya yaşıyorum bu hissi veya özel olduğumu hissettiren insanımla ve diğer canlılarla kucak kucağıyım koca gövdemle  şu fani dünyada. Eteklerimde, sayısız: köy ve yayla barındırıyorum, bağrımda nice yaşamlar, sevdalar doğurup büyütüyorum. Herkes benden soruluyor.

En sevidiğimse kendimi dumanın (sis) içine gizlemek, eteklerimde dolaşan canlılarla saklambaç oynuyorum… Dumana seslenince geliyor ve beni sarıyor: ”İyice gizle” , “bakalım neler olacak” diyorum usulca. Oda uyuyor benim isteğime ve öyle yoğunlaşıyor ve kayalarımı, patikalarımı, yeşilimi, grimi öyle bir gizliyor ki, yaşayan tüm canlıların şaşkın ve tedirgin bir halde yollarını bulmak için veya nerede olduklarını kavramak için tüm antenlerini açarak pür dikkat etrafı dinlemeye başladıklarını görüyorum veya seslendiklerini. Buradan onları izlemek kolay ve çokta eğlenceli, sesleniyorum sise tekrar “biraz daha yoğunlaş” , dediğimi yapınca bu defa hiçbiri yanındakini dahi göremiyor. Oldukları yerde kalakalıyor. Etraflarında dönüşlerini görüyorum, o haldeler ki burunlarının ucunu bile göremiyorlar ve iki dağ keçisinin birbirine tosladığını fark ediyorum, bu beni eğlendiriyor... Offf, neyse sıkılıyorum bu oyundan ve dumana: “geri git”,  diyorum “açıl, açıl ki her yer ortaya çıksın, sıkıldım başka oyun bulalım” . Açılınca, muhteşem güzelliğim ortaya çıkıyor birden ferahlık hissediyorum varlığımda…

Aslında duman oyunundan başka oyunlarım da var ama istemiyor canım. Düşüncelere dalıyorum tekrar: “üzerimde onca canlı var ve aralarında da müthiş bir denge, bu sistematiğin bu kadar düzenli olması ve hayvanı, bitkisi, suyu, iklimiyle bir bütünü oluşturması ve binler yıldır bu düzenin devam etmesi… Onları bünyemde barındırmayı, beslemeyi, korumayı seviyorum; onlarda bundan memnun, üzerimde dolaşırken, beslenirken çok özgür ve mutlular. Bazen üzücü şeyler olduğu da oluyor ama binde bir: kaybolan bir dağcı, annesini kaybeden yavru dağ keçisi, delifişek giderken hızını alamayıp, önünde ki kayaya toslayan teke ( sanırım duman benden habersiz oyun oynamış, görüşünü kesmiş hayvancağızın). Bu küçük kazalara rağmen bağrımdaki yaşam çok güzel gidiyor…”

Bitkilerimin çeşitliliğine bakıyorum, özelliğim aklıma geliyor gene: yeryüzünün sayılı verimli topraklarına sahibim, bende yetişen otlarla beslenen hayvanların sütü de daha kaliteli oluyor ve besleyici. Derelerimde ki balıklar kırmızı beneklerini benim asabiyetimden almışlar ( bunu kimseye söylememiştim ilk kez dile getiriyorum) bir gün öfkelenince gözlerimden çıkan kıvılcım deredeki bir balığa atladı, oradan onun yavrusuna derken bu güne kırmızı benekli deniz  alası haline geldi…

Aslında, bu kadar bereketli topraklarıma hizmet eden yağmuru, rüzgârı ve bulutu da unutmamalıyım, can yoldaşım onlar benim. Canlılarımın, beslenmesi için ağaçlarım yağmur bulutlarını ormanıma doğru çekiyor ve suluyorum yavrularımı, derlerimi dolduruyorum, derinlerime alıyorum suyu kaynaklarımda gizlemek için ve “Puğar” dan çıkarıyorum toprak üstüne. Bu derinden çıkan su bazen özel maddeler katıyorum daha sağlıklı ve besleyici olsun diye…

Eteklerimde ne kadar ağaç, çiçek, böceğim, hayvanlarım olsa da( görünen, konuşan, ben buradayım diyen bir hayat); zirvelerim yalçın ulaşılmaz kayalarla dolu… Yeşilin ve mavinin her tonunu gizlediğim gibi grinin de her tonu saklı. Aslında üzülüyorum, fotoğraflarımı çekiyorlar ama henüz bir ressamın resmimi yaptığını görmedim; oysa çok isterdim muhteşem zirvelerimle bir ressama poz vermeyi… Veya kayalarımın çeşitliliğini incelemesini, gri tonların birbirine geçişini, kayamın üzerindeki sert zemini, dokusunu, girinti çıkıntısını, derinliğini resmetmesini…

Kayalarımın, öyle sessiz, soğuk  ve mağrur duruşu yanıltır herkesi oysa  kalpleri vardır onların, “zikir” çekerler, tıpkı Hz. Mevlana’ya  özenen bir sufinin yazdığı beyitteki gibi “Sağ elimi kaldırdım/ sol elimi daldırdım/ dilim kalbe indirdim/ oldum Mevlana gibi.” Ve sanki canlılar ve Yaratan arasında bir paratonerdir dağlar “gökten alır, yere verirler ve arada, Yartandan gelen canlıların kaldıramayacağı şeyleri bünyelerinde gizleyip yeterini vermektir, tıpkı peygambere verilen görev gibi… Peygamber bir paratoner değil miydi, geleni kendi bünyesinden süzüp, kaldırabilecek kadarını veriyordu insanlara ( oysa bir peygamberle konuşmuştum zamanında bu dağlarda gezen, Allah, neden bana canlıları barındırma görevi, size de dünyayı eğitme görevi verdi, neden benim kabul etmediğim o ağır yükü siz üzerinize aldınız. Bir şey söylememişti, belki benim anlayamayacağımı düşündüğü içindir…)

Evet, dillerini kalplerine indirmişti kayalarım veya Yunus vardı dillerinde “dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni” bir gün dağlarda dolaşırken bir sufi’den duymuşlardı bu ilahiyi ve çok sevmişlerdi… Demek insanlarda kendileri gibi zikir çekiyor diye düşündüklerini bana söyleyince evet hem zikir çekerler hem de yeryüzünün efendileridir onlar dedim ama öyle tahmin ediyorum ki artık kalpleri zikri bıraktı, dağlar yolunmaya, canlılar yok edilmeye başlandı…

Bilirsiniz, “müminlerin kalpleri kardeş yaratılmıştır” ve kalpten kalbe yol vardır, biz “zikr”imze devam edelim olur ki onların kalbine ulaşıp katılıklarını yok edip, kararan vicdanlarını uyandırırız…

Hepimiz Allah’ın yarattığı kalpleri kardeş canlılar değil miyiz...