3–5 arası yaşlardayım; büyüsem mi büyümesem mi diye hepimizin tereddüt ettiği bir dönem geçiriyorum. Her attığım adımda kendimi büyümüş değil de; yeni yeni emeklemeye başlamış bir bebecik gibi hissediyorum.Durmadan tay tay yaparken Ayder bağırıyor : “hadi kalk ayağa, bir adım”; Ceymakçur, sesleniyor “biraz cesaret.. Sen Hemşin kızısın at şu korkularını”; Fırtına, evet Fırtına’ya ne demeli… O çok başka, beni ayağa kaldırmak için kullandığı yöntem çok daha çekici; önce ninnileriyle uyutarak kendine alıştırıyor, yavaş yavaş bana gel sana oyuncak vereceğim diye çağırmaya başlıyor, önceleri inanmıyorum ama o kadar tatlı ve çekici bir sesi var ki karşı koyamıyorum…

Hepsi kendi dilinde beni yaşama çekmek ve alıştırmak için, kendilerinden bir şeyler sunmaya çalışırken, fırtına farklıydı; çünkü bir evi, bir köprüyü, bir değirmeni yapan “el” başkaydı; Fırtına ise daha başka…

Aslında, biraz Nasrettin Hoca'vari bir tutumla yakınlaştı bana. Hoca’nın meşhur bir fıkrası vardır bilirsiniz. Kimsenin çıkaramadığı dereye düşen adamı çıkarır, herkes şaşkın sorar:" Hocam nasıl oldu bu iş ? Cevap net ve açık: Tanırım bu adamı en bariz huyu cimriliktir, siz çıkarmaya çalışırken hep “ver elini dediniz” oysa vermeyi bilmeyene “ver” denir mi, ben “al elimi” dedim? Burada konunun özü şu: Hocamızı bilirsiniz alem adamdır, her şeye pratik bir çözüm bulmakla ve hazır cevaplılığıyla meşhurdur ama en ağır basan yönü duruma uygun, kimseyi incitmeyen sağlıklı çözümler ve burada da göstermek istediği, huyuna göre yaklaşmaktı eğer maksat kurtarmak ve korumaksa…

 

 

Fırtına ders almıştı Hoca’dan;

Beni tatlı sesiyle kandırdı, ninni oldu…

Beni taşlarıyla kandırdı, oyuncak verdi…

Beni oyunlarıya kandırdı; dağlardan taşıyıp, kıyısında sakladığı oduncukların şekliyle, rengiyle, kokusuyla tanıştırdı, oyunlar öğretti…

Bana yaptırtmaktan en çok hoşlandığı; bir kayasının üzerine oturttururdu ve başlardı deli gibi dans etmeye, kıvrılır, bükülür, sıçrar ve zerrelere dağılır sonra toparlanır kendine karışır, bazen bir gölcük olur iki kayanın ve yığılmış odun parçacıklarının göbeğinde bazense sakin sakin süzülürdü kendine yol bulduğu yerden…

En sevdiği hikâyesini anlatırdı bana: "Ben babayım, bu gördüğün vadinin tüm beslenmesi benden sorulur, bilmezsin sen henüz küçüksün; içimde barındırdığım nice canlı vardır, hani babanın sana tereyağında yedirdiği balıklar var ya "denizalası” tadı, kokusu, rengi benden gelir, hele dere yatağımın içinden ve kenarlarından uzanan ağaç köklerini görmezsin benden çektikleri suyla beslenirler… En büyük özelliğim suyumun temiz ve berrak oluşu, öyle taşlama yaparım ki zaten içinde mikrop barınması dahi imkânsız… Beslemeliyim, benim baba olarak görevim bu, toprak anayla biz örtüşürüz; o doğrudandır, çevrende gördüğün tüm ağaçlar, bitkiler ve diğerleri hep toprak anayla benim çocuklarımızdır. Görev dağılımı yaptık o doğurur bakar büyütür ben beslerim…"

Şimdi büyüdüm;
Ama içimdeki çocuk hala büyümedi, belki büyümesini istemiyorum çünkü büyürse çocukluğumun o güzel tadını kaçıracağım hayatımda bundan korkuyorum…Siz korkmaz mısınız kaçırmaktan, kaybetmekten korktuğunuz şeyler yok mu…?!

Şimdi büyüdüm;

Sevda türküleri dizeliyorum Fırtına'nın kıyısında:

Aşaği aken dere/Yukari danmez misen

Yara haber yollasem /Acap göturur misen

Dere içinde baluk/ Saçma attum tutmakluk

Meydana çik te uşak/ Gel edelum sevdaluk

Fırtına'm; Karadeniz'in hırçın çocuğu; beni yaşama çekip ayaklarımın üzerinde durmam için besleyen, taşlarıyla konuştuğum, kuşlarını arkadaş yapıp suyunu yudumladığım… Babamın kimliğini “Karadeniz'e” le bütünleştirdiğim, yârimi ise “Fırtınam”la özdeşleştirdiğim…

Sonsuza kadar aynı heyecanla, çoşkuyla akmasını beklediğim yaşam damarımın ben büyüyünce yok olabileceği düşüncesi.

Evet, ben büyürsem, köyler kasabaya, su değirmenleri elektronik değirmenlere, kemer köprüler demir ve taş yığını köprülere, köyümün evleri çarpuk çurpuk taş yığınlarına ve daha saymakla bitiremeyeceğim diğer üzücü değişimlere…

Ve benim çocuksuluğumdan şikayetçi geçmişin içinden çık diyenlere…

Bu sevdalardan nasıl vazgeçip, duygularımdan çıkarayım? Ben hala Fırtına'mın taşlarında oturup hayal kurmayı; bulutları izleyip onları şekilden şekile sokmayı, yıldızlara sevdiğimle kendimin simini verip türkü dizmeyi… Veya yaylada “sis”te kaybolup, “çengrek” sesiyle yolumu bulmayı, “tulum”, “horon” için şiştiğinde birinci elin ikicisi olmayı… Bunlar vazgeçilebilir şeyler mi veya bunların yaşı var mı? Hala görürüm beşikteki bebeden, yetmişlik ninemin ağzında yanık sevda türküleri, dağların, Fırtına'nın sohbetleri…

Vazgeçlirse siz geçin, ben geçemeyeceğim: Belki hiç büyüyemeyeceğim, belki büyüdüm de farkında değilim.. Aslında bir söz üzerine fazla büyümek sevdalısı da değilim anlayacağınız. Bakın ne güzel anlatıyor, özetliyor herşeyi bir şarkı sözü;

“Biz büyüdük ve kirlendi dünya” ve nasıl büyüyüp bu dünyaya bir kazık da ben atayım…

Ve dilimde bir türkü mırıldanır oldum son günlerde:

Toprak anam, su babam

Tüm kainat akrabam,

Başka işin yokmu senin ya Adem;

Elini çek Fırtınam’dan…