Dört arkadaş sohbet ediyoruz… Filozof ruhlu arkadaşımız her zamanki gibi ortaya bir laf attı: “Hadi bakalım gözünüzde bir ağaç imgeleyin ve bana, en çok neresinin dikkatinizi çektiğini söyleyin” dedi. Anlamamıştık ama bakalım altından ne çıkacak diye denedik. Bittimi diye sordu…? Biz “evet” deyince “açın gözlerinizi “ dedi. Teker  teker sormaya başladı ve cevaplamaya başladık:

 

 

“Ağacın hangi kısmından etkilendiniz ?” diğer iki arkadaşım gövdeden bense köklerinden cevabı vermiştik…

İkisine döndü gayet dobra dobra, “siz hayata oldukça sığ bakan insanlarsınız”, bana dönerek, “senin için hayatın anlamı çok derinlerde gizli ve hep bir arayış içindesin vazgeçme” dedi…

Tabi tam olarak anlayamamıştım,” aman” dedim “gene filozofluk tasladı.” Oysa, gerçekten (yıllar sonra fark ettiğimde)  kendimde anlamadığım  şeyi  küçük bir imgeyle özetlemişti…

En değerli hazineler, en derinlerde gizliydi; Altın, kömür, bor, vb.. pek çok değerli, insan hayatının olmazsa olmazı madenler … Aramasını bulmasını bilene. Ve düşünceler, hayatın anlamı da böyleydi, sığlık, içinde kendi kadar barındırıyordu ve evet denizler, okyanuslar, derinlik, zenginliğini çoğaltıyor; anlamlaştırıyordu. Toprak, derindi ve katı disiplini vardı. Üzerinde yürüttüğü canlıların yanı sıra derinlerinde gizlediği veya üzerindekileri beslemek için içine çektiği kökleri disipline edişi.!!

Bu düşüncelerle…

En çokta köyde dağlarda dolaşırken hep dikkatimi çeken ağaçların kökleriydi…

Çayırlıkta, altında karnımı doyurduğum  çam ağacı, Ayder’de, evin arkasındaki çam ağaçları, gürgen, meşe vs…

Fırsat bulduğum yerde çömelir kökleri incelerdim. Çok ilginçtiler, bir ağ gibi yeri sararlardı, ağacın gövdesinden kalın şekilde çıkar belirli bir kısmı toprak üzerinde incelerek uzanır ve toprağa batardı. Labirentleri hatırlatırdı bazısı, aralarında gözcükler oluşur bu gözcüklere toprak veya kuru yapraklar dolardı bazense ot biterdi içinde. En dikkat çekici yanı kabuğuydu, ağacın gövdesiyle aynı renkte ilginç bir dokusu vardı, bazen bu kabuğu soymaya çalışırdım. Ağacın yapısına göre bazısı zor bazısı kolay soyulurdu. Soyduktan sonra ortaya çıkan görüntü oldukça ilginç gelirdi; dışı sert koyu kalın bir kabuk içi ıslak ve kaygan…

Daha fazla kıyamazdım yolmaya, sanki bana canının yandığını söylerdi. Babaannemden öğrenmiştim ağaçlara zarar vermemeyi. Onlar bizim yaşam damarımızdı, olmazsa olmazıydı dağların…

Yaylada, en sevdiğim şeylerden biriydi “çamtati” toplamak. Özellikle sabahları ateşi kolay tutuşturmak için ormandan kuru çam dalları toplardık… Birde en zevkli yönü, ne kadar koyarsanız koyun dağ gibi yük ağır olmazdı. Babaannem sıkı sıkı tembih ederdi ”tek bir yaş dal koparmayacaksınız” diye, Ceymakcur’da arka meşelik denen bir ormanlık alan vardı burası “beddualıymış”, buradan yaş dal koparana “lanet” edilmiş ve bunu yapanın başına mutlaka bir şey gelirmiş…

Belki, bu zamana kadar gelmesinin sebebi bu “beddua” sistemiydi. İnsanımız bedduaya çok inanır ve tutacağından korktuğu için dokunmazdı ormana.

Bizde gider, kuru dalları istifler, çıra çıkarır ( ki ben aslında fazla anlamazdım ama ilk deneyimlerim olduğu için kendimi çok şey yapmış gibi hissedip gururlanırdım) götüreceğimizi yük yapardık… Babaannem, bazen kuru kütüklerin ( küçük olduğum için hangi ağacın kökü olduğunu tam hatırlayamıyorum ama çoğu köyde yaşayan bilir) üzerinde  adına  “sung” dediğimiz bir çeşit büyük, sütlü kahve veya açık koyu tonlarında rengi olan büyük bir mantar toplardı. Hayatımda tattığım en lezzetli mantar çeşidiydi. Babaannem, onu bol soğanla et sote gibi kavurur, bizde afiyetle yerdik…

Ormanların, bütünü kenara koyalım bir ağacın bendeki hissettirdiği bu hayranlık duygusu kendimi bile şaşırtırdı…

Evet, toprağa hayrandım ve üzerindeki her şeye, özellikle ağaçlara…

Kendimi ağaçlarla özdeşleştirirdim, sizde yapmışsınızdır illaki; Bir akasyayı, bir çamı veya şimşiri…

İçimden gerçekten beddua etmek geliyor; hem de öyle ağır beddualar ki, benim bir dalına kıyamadığım o ağaçları; hırsla, hınçla yaş kuru demeden, acımadan yok edenler “yok olsun” diyesim geliyor ama duruyorum çünkü biliyorum ki Müslüman’ın Müslüman beddua etmesi doğru değil…

Peki, ne yapmak lazım, nasıl durdurmak…? Elinde baltası, bıçkısı, koprisi veya motoruyla ormana dalıp istediği ağacı acımadan katleden bu insanlara ne demeli…

Susmak, bu doğru değil… Bir şeyler söylemeli ama nasıl söylemeli, hep söylenmiyor mu ve hiç dinlenmediği ortada değil mi? Geleceği, yaşamın ihtiyaçlarını, ormanında yaşayan bir canlı olduğunu nasıl anlatmalı…

Evet, çok anlatıldı, çok durdurulmaya çalışıldı ama bu cehalet yıkılamadı…

Cehaletin yıkılmadığı yerde medeniyet ve ilericilik olur mu..?!

Veya her baltayı elinize alıp ağacın o güzelim gövdesine indirirken bir varlığı katledildiğini, ne kadar acı çektiğini, yaşama hakkının yok edildiğini düşündürmek lazım… Belki, yok etmek için fırsat bulmaya çalışılan ağacı arkadaşınız olarak göreniz lazım… Oturup konuştunuz mu? Yoksa siz hala onları cansız, yaşamı olmayan varlıklar olarak mı görüyorsunuz…?

Canlarının yanmasından ve yaşamlarının  yok edilmesinden memnunlar mı?!!

Ben, ağaçlarımı dostlarım olarak görüyorum… Onlarsız olmaz, gölgesinde dinlendiğim, köklerini yastık yapıp uyuduğum ve dostlarıma zarar gelmesini istemiyorum…

Siz dostlarınıza zarar verenlere ne yaparsınız..?!