'Paşasının Başbakanı'nın brifing hükümeti' bu niteleme Rize eski Milletvekili Mehmet Bekaroğlu'na ait. Bekaroğlu'nun Taraf Gazetesi'nde yayınlanan makalesinde zehir-zemberek nitelemelere yer verdi. İşte Tarafoğlu'nun içinde bulunduğumuz dönemi 'İkinci 28 Şubat' olarak nitelediği o makale: 

- Anayasa Mahkemesi'nin, Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerini değiştiren ve üniversitelerde başörtüsü ile okuma imkânı sağlayacağı umulan 9.02.2008 gün ve 5735 sayılı kanunu iptal etmesi ile Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kapatılmaması ama “laikliğe aykırı söylem ve eylemlerin odağı olduğu” tesbiti ile hazine yardımından mahrum edilmesi cezasına çarptırılması kararının gerekçeleri açıklandı. Ne var ki bu gerekçeler, kamuoyunun tırmanan 'terör' ve 'kalkışma' eylemleri ve dünya ekonomik krizi ile meşgul olması nedeniyle yeteri kadar tartışılmadı. Siyaset dünyası ise, bildiğimiz gibi, sanki bu kararlar onları hiç ilgilendirmezmiş gibi davrandı. MHP'nin AYM'nin yapısını değiştirme ve yetkilerini sınırlama teklifi de bir tuzak olarak algılanmış olmalı ki iktidar partisi tarafında hiç ilgi görmedi. 

İHTİLAL ÜSTÜNE İHTİLAL YAŞANDI 

Biz Türkiye'deki sistemin 'sözde' demokrasi olduğunu biliyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü yazılıdır, bu söz herkesin dilindedir. 1924 Anayasası millete ait olan egemenliğin sadece milletin temsilcileri, yani TBMM tarafından kullanılacağını hükme bağlıyordu. Bilindiği gibi tek parti döneminde milletin temsilcileri 'atama' yolu ile geliyordu ve mebuslar bir tür bürokrat olduklarından bürokratik seçkinler ile egemenliği kullanma konusunda bir sorun yaşanmıyordu. Parlamento 1950'de çok partinin katılımı ile yapılan serbest seçimler sonucunda oluşunca egemenliğin kullanılması konusunda sorun çıktı. 
 
27 Mayıs ihtilâli bunun için yapıldı; ihtilâlcilerin millete silah zoruyla kabul ettirdikleri 1961 Anayasa'sı ile de millete ait olan egemenliğin kullanılması TBMM'nin yanında diğer 'anayasal kuruluşlar' tarafından paylaşılacağı hükme bağlandı. Yetmedi, 12 Eylül 1980'de bir ihtilâl daha yapılarak yine silah zoruyla kabul ettirilen 1982 Anayasası ile 'vesayet sistemi' tahkim edildi. İşte bu anayasal kuruluşların başında AYM gelmektedir. Her ne kadar gelişmiş demokrasilere benzer şekilde kanunların anayasaya uygunluğunu denetlemek için kurulduğu söylense de yapısı, yetkileri ve kararları ile AYM parlamentonun üstünde bir vesayet kurumu olarak çalışmaktadır. 
 
Bu çerçeveden bakıldığında AYM'nin AKP kapatma ve anayasa değişikliği davaları ile ilgili kararlarının gerekçeleri oldukça anlaşılır ve açıktır. Olay şudur: AYM, laikliğin tehdit altında olduğunu bahane ederek, toplumun büyük bir çoğunluğunu dışlamakta ve laikçi bir seçkin grubun merkezdeki konumunu tahkim etmektedir. Esasında bu yeni bir şey değil; 1925'te Takrir-i Sükûn Kanunu ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmasından bu yana bu mekanizma böyle işlemektedir. Ne zaman ki geniş kitleler bir kanal bulur da merkezde toplanan iktidar ve imkânlardan pay almak isterse vesayet kurumları devreye girer ve genellikle 'laik cumhuriyet ve bölünmez bütünlüğün tehdit altında olduğu'nu gerekçe göstererek bunu engeller. AYM'nin son kararlarının da bundan başka bir anlamı yoktur. 

VESAYET DEMOKRASİSİNDE TAKILIP KALDIK 

CHP Genel Başkanı Baykal, şimdilerde rafa kaldırılmış olan 'sivil anayasa' tartışmaları sırasında “İhtilal yaparsınız, kurucu iktidar olursunuz, o zaman yeni anayasayı yaparsınız” mealinde bir laf etmişti. Elbette geniş kitlelerin böyle bir imkânı yoktur, onların elinde ne top ve tüfek var, ne de iç hizmet kanunu. Onların umudu serbest seçimlerle oluşan parlamentonun marifetiyle vesayetin kalkması ve gerçek anlamda bir demokrasinin inşa edilmesidir. Bu nedenle 1950'de çok partili demokratik sisteme geçilip serbest seçimler yapılmaya başlandığı günden bugüne, hep 'demokrat' ve çevrenin temsilcisi olarak gördüğü partileri desteklemiştir. Ne var ki çok partili demokratik sisteme geçilmesinden bu yana 60 yıla yakın bir süre geçmesine rağmen maalesef vesayet demokrasisinden gerçek demokrasiye geçilememiştir. Bizler sürekli olarak merkezdeki çekirdeği suçlayıp duruyoruz. Elbette “Hırsızı bırakıp ev sahibine yüklenelim” demiyorum ama gerçek anlamda demokrasinin inşa edilememesinde DP'den AKP'ye millete bunu vaat edip iktidara gelen siyasi partilerde hiç sorun yok mu; bir de buraya bakmalı değil miyiz? 

Evet, merkezdeki bürokratik çekirdek iktidarı halkla paylaşmak istemiyor; bunun engellemek için askerî müdahaleler dâhil her aracı kullanıyor. Ne var ki, çevrenin temsilcisi pozisyonu ile gelenler de iktidara yerleşip kendileri ve yandaşları için bazı imkânlar elde ettikten sonra, statükoyu değiştirmek şöyle dursun, merkezdeki bürokratik çekirdeğin bir aracı olup çıkıyorlar. Bugün AKP vesayet sisteminden gerçekten şikâyetçi mi yoksa bunu bahane olarak mı kullanıyor, pek belli değil. Dün DP, AP ve ANAP da aynısını yapmıştı. Her şeyi bir tarafa bırakalım; 'tâli kurucu irade' yetkilerinin ellerinden alındığından yakınanlar, silah zoruyla 'ana kurucu irade' olanlardan hesap sormayı hiç akıllarına getirmiyorlar; “12 Eylül çetesi”ni dokunulmaz kılan Anayasa'nın Geçici 15. Madde'si hâlâ yerinde duruyor. Öte yandan yine 12 Eylül ihtilâlcilerinin dayattığı ve tüm partileri vesayet sisteminin aracı haline getiren, daha da önemlisi kendilerini birer vesayetçi kuruma dönüştüren siyasi partiler ve seçim yasalarına kimse dokunmuyor. Şeflerin şeflik sistemini ortadan kaldırdığı nerede görülmüş? 

BÜROKRATİK OLİGARŞİYE TESLİM OLAN AKP 

Her şeyi bir yana bırakalım ve AKP'nin bu son bir yılda izlediği yola bakalım. 27 Nisan'da 'dik duran' AKP bunun semeresini 22 Temmuz seçimlerinde devşirdikten sonra şimdi nerelerde duruyor? Başbakan Erdoğan “Velev ki siyasi simge olsun...” çıkışından sonra bütün uyarıları göz ardı ederek 'sivil anayasa' paketini rafa kaldırıp MHP'nin attığı ipe sarılarak Anayasa'nın iki maddesini değiştirerek 'türbana özgürlük' aradı. Değişiklik CHP tarafından AYM'ye götürülünce de “Ne yapalım mahkemenin kararı esastır” dedi. Ardından açılan kapatma davası karşısında yaptığı savunma ile de yeniden çizilecek sınırlar içinde siyaset yapmaya hazır olduğu mesajları verdi. 

Nitekim AYM her iki davada verdiği kararla siyasetin sınırlarını yeniden çizerek 'vesayet kurumu' konumunu perçinledi. Birçoğu bu durumun sadece başörtüsü ile ilgili olduğunu düşünüyor ama hiç de öyle değil, esas konu 22 Temmuz seçimlerinden sonra tartışılmaya başlanan 'sivil anayasa' ile ilgilidir, bundan böyle Meclis 'tali kurucu irade' sıfatıyla yeni bir anayasa yapamayacak, yapılmaya çalışılacak bütün değişiklikler 'ana kurucu irade' gibi çalışacak olan AYM'ye takılacaktır. Zaten AKP de artık böyle bir anayasa değişikliğinden söz etmemektedir. 

AKP'nin bürokratik oligarşiye teslim olduğunun başka işaretleri de var. Aktütün saldırısı sonrası 'güvenlik zafiyeti'ni sorgulayan yayınlar karşısında Genel Kurmay Başkanı, kuvvet komutanlarını yanına alarak 12 Eylül görüntülerini hatırlatacak şekilde kameraların karşısına geçmiş, herkesi durduğu yeri belirlemeye çağırmıştır. İlk yerini belirleyen de Başbakan Erdoğan olmuştur. 

Bu kadarla kalmamış; askeri bürokrasi 'terörle mücadele'de gerekli olduğunu söyleyerek çoğu demokrasi ve hak ve özgürlükler alanında geri adım anlamına gelen yeni tedbirler talep etmiştir. Başbakan önce 'Özgürlüklerden de güvenlikten de taviz vermeyiz' demiş, sonra Cumhuriyet tarihinde bir ilk gerçekleşmiş, Genel Kurmay Başkanı 'ikinci koltuk'ta oturarak Bakanlar Kurulu'na 'brifing' vermiş ve hükümeti ikna etmiştir. 

UMUTLAR BOŞA ÇIKTI 

Abartılı bulanlar çıkabilir ama bunun 28 Şubat'ta olanlardan pek farkı yok. 28 Şubat brifinglerinde başta yargı olmak üzere bürokrasi ve basın ikna edilmiştir, şimdi hükümetin kendisi ikna edilerek netice alınıyor. 

Bütün bunların anlamı AKP'nin geniş kitlelerin reform/değişim dinamiğini vesayet sistemine ciro etmesidir. Dün de böyleydi; vesayet sistemini yaşatan gerçek devlet partisi CHP değil, reformcu görünen sağ partiler olmuştur. 

Muhtıra verip kendilerini iktidardan indiren 12 Martçıların teknokrat hükümetine güvenoyu veren, sonra da dayatılan anayasa değişikliklerini destekleyen Süleyman Demirel ve partisi Adalet Partisi'ni hatırlayın. Başbakan Erdoğan ve partisi AKP'nin ne farkı kalmıştır? 

AKP kapatılmamış ama terbiye edilerek teslim alınmıştır. Bu şekilde bir kere daha değişim dinamiği heba edilmiş, milletin söz sahibi olma, kendi kendini yönetme, eşit yurttaşlar olma umudu başka bir bahara kalmıştır. (taraf)

Editör: HABER MERKEZİ