Ne kadar çok tüketirsem o kadar çok farklıyım!

Abone Ol

"Yeterli olanı az gören kimseye, hiçbir şey yetmez."
Tüketim bir ihtiyaçtır. Aşırı tüketim ise tarih boyunca bütün toplumlarda ayıplanmış bir durumdur. Her ihtiyacımız karşılandığında, arzularımız tatmin oldukça, mutluluğa, doyuma ulaşacağımızı sanıyoruz.

Geçmiş çağlarla, bugün arasında çok belirgin bir fark var. Geçmişte insanın kendini frenlemesi, kendini sınırlaması, arzularına gem vurması doğal bir davranış veya bir erdem olarak kabul edilirken, bugün ise insana arzularını serbest bırakması teşvik ediliyor. Ünlü markaların sloganlarını hatırlayın. "Sadece Yap", "git", "ye", "hazzı yakala" gibi sürekli arzularının peşinden gitmesi yönünde kamçılanan bir insanlık var. Halbuki biz arzularımızın peşinden gitmiyoruz, pazarlama stratejilerinin kurbanı oluyoruz sadece. Bu durum böyle olunca mutluluğun formüllerini herkes tarafından kolayca duyar oluyoruz; "Arzuyu tatmin ettiğin zaman, haz gelir, hazda beni mutluluğa götürür." Günümüz mutluluk anlayışı maalesef bu şekilde, bu insanın öyle bir yanılsaması ki bu formülü hayatına uygulayanların bir türlü istediği mutluluğa kavuşamaması bu yanılsamanın ne denli büyük olduğunun da bir ispatı aslında.


 
Batıda tartışılan bir şey var. İnsanların yavaş yavaş pazar kapitalizminin ruhuna bürünmesi. Dolayısıyla para etmeyen şeyin değerden düşmesi. Yani samimiyetin ölümü. Samimiyetin ölümü; Anne-babalık size külfetli mi geliyor artık evlenme, çocuk yapma boş ver gitsin. Arkadaşlarınız size bir menfaat kazandırmıyor mu, iş yerinde terfi etmenizi veya cebinizi daha fazla doldurmanızı sağlamıyor mu, o arkadaşlık işe yaramaz, o arkadaşı gönder gitsin. Böylelikle insanların birbirinden bir şey beklemeksizin, bir menfaat beklemeksizin, birbirlerine ayırdığı vakitler azalıyor. Bir yandan nesneleri tüketirken, diğer yandan insanlığımızı da tüketmeye başlıyoruz ve buna samimiyetin ölümü deniyor. Mutluluk diye adlandırdığımız hazları, sadece haz duyduğumuzda hissettiğimiz güzellikleri tüketirken, hayata karşı samimiyetimizi öldürüyoruz.

İnsanı asıl sıkıntıya sokan durum ise tam da bu güzelmiş gibi görünen durumların içerisindedir. Çünkü haz dediğimiz şey uzun ömürlü değildir. İnsana satın alınamayan şeylerin verdiği sürekli hazzı, nesneler veremiyor. Çünkü nesnelere alışıyoruz. Bindiğimiz arabaya alışıyoruz, oturduğumuz eve alışıyoruz, giydiklerimize, yediklerimize alışıyoruz. Bir süre sonra sıradan gelmeye başlıyor.


 
Bir başka bir şey ise; her anı bir etkinlikle doldurmak istiyoruz. Her an bir adrenalin, her an bir heyecan, her an hayattan çok zevk almamız lazım. Hiç sıkılmaya hakkımız yok, sıkılmamak için bir sürü can sıkıntısı endüstrisi var onların bizi oyalaması lazım. Bunun sonucunda ise herkes yediğini içtiğini paylaşıyor, tükettiği şeyleri paylaşıyor. Onların üzerinden bir kimlik oluşturmaya çalışıyor. Bak ben ne kadar farklıyım, hayatımı ne kadar hızlı, dolu dolu yaşıyorum. Ne kadar da üstün bir varlığım.

E peki bir şeylere sahip olduk ama ne olduk ? Ne üretebiliyoruz ? Nelere değer katabiliyoruz ? Okyanusun bilmem kaç metre derinliğinde yaşayan, hayatımız boyunca göremeyeceğimiz canlılar bile bu ekosisteme bir katkı sağlarken, senin üstün ve farklı olduğunu ispatlamak için bu kadar çaba harcadığın hayata kattığın değer nedir ?