Milli Eğitim Bakanlığı Eğitimi Araştırma ve Geliştirme Dairesi Başkanlığı'nın düzenlemiş olduğu yarışmada Mehmet Akif Ersoy’a yazmış olduğu mektup ile Güneysu İmam Hatip Lisesi Öğrencisi Ümit Demir Türkiye 1.’si oldu.
 
2011 yılında İstiklal Marşı'nın kabulünün 90. ve Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 75. yıl olması nedeniyle Türkiye genelindeki lise ve dengi okul öğrencilerine yönelik 'kompozisyon, şiir, resim ve mektup' türlerindeki yarışmalardan mektup dalında Güneysu İmam Hatip Lisesi öğrencisi Ümit Demir Türkiye birincisi oldu. “Kıymetli Vatan Şairi, Her bir parmağından güzel bir güftenin döküldüğü ellerinizden öperek ve sizlere sonsuz hürmetlerimi sunarak sözlerime başlamak isterim” cümleleri ile başlayan mektubu ile büyük beğeni kazanan Demir, almış olduğu dereceden dolayı çok mutlu olduğunu ifade etti.
 
İşte O mektup:
“Kıymetli Vatan Şairi,
Her bir parmağından güzel bir güftenin döküldüğü ellerinizden öperek ve sizlere sonsuz hürmetlerimi sunarak sözlerime başlamak isterim. Bu mektubu size Anadolu’nun herhangi bir vilayetinin herhangi bir kazasının ismi ehemmiyetsiz bir lisesinden yazıyorum. Duydum, hastaymışsınız. Pek derin bir üzüntüye kapıldım. Geçmiş olsun! Bu mektubu size gözünü sizin şiirlerinizle açmış, sizin şiirlerinizle yaşamına yön vermiş ve yön vermeye arzulu on yedi yaşında bir genç olarak yazıyorum.
Üstadım, her şeyden önce size en derin şükranlarımı sunuyorum. Çünkü siz hiç farkında olmadan sizden kilometrelerce ötede yaşama “merhaba” demiş bir Anadolu gencinin kader yolunu çizmesine vesile oldunuz. O genç ki, her elini açtığında belki annesi, babasına olduğu kadar sizin için de Rabb’ine yalvardı. Pek çok kere sizin elinizi öpme şansını ona vermesi için Allah’a dilekte bulundu. Rabb nasip etmedi belki ama onun kalbine Akif sevgisini öyle bir işledi ki, duası kabul olsa belki ancak bu kadar mesut olurdu.
Şair-i azam, siz varlığınızla benim gibi ufuksuz bir gence ışık oldunuz. Şair, düşünür, veteriner hekimi, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi, yüzücü… Karşımızda dört dörtlük, çok yönlü bir insan var. Yaşamımız için siz bulunmaz bir hazinesiniz. Üstadım, biz sizden güç aldık; bu güçle geleceğe baktık. Böyle yapmaya da devam edeceğiz.
Değerli büyüğüm, size İstiklal Marşımızı yazdıran o bulunmaz ruhun ne olduğunu kendi kendime sordum, hep sordum. Cevabını bir türlü bulamadım fakat şunu anladım ki, siz hem yaşadığına inanan hem de inandığını yaşayan gerçek bir müminsiniz. İnsanın, ancak imanla hayat bulup huzura erdiğini ve imansız bir hayatın zindan hayatı olduğunu, imanın her iki dünya için ne kadar da kıymetli bir nimet olduğunu sizinle anladım. İman denen kuvvetin bir köşeye geçip kimseden habersiz bir yaşam sürmek olmadığını, miskinliğin çok kötü bir özellik olduğunu da sizinle kavradım.
Kurtuluş mücadelemizi düşündüm bir anda. Konya’ya gittiniz vekil olarak, burada ortaya çıkan nifak tohumlarını kurutmak üzere; öğütler dağıtmak üzere. Oradan Kastamonu’ya geçtiniz. Nasrullah Camii’nde öyle bir vaaz verdiniz ki, dinleyenlerin kalbindeki vatan savunması arzusu had safhaya ulaştı, gönüller coştu. Kastamonu’daki çığlıklar, Diyarbakır’da yankı buldu. İlahi aşkı Fuzûli’den öğrenmiştik; vatan aşkını da sizden öğrenmiş olduk. Keşke o gün orada; o kalabalıklar içinde gözyaşı döken bir vatansever de ben olsaydım.
Yıl 1916, Osmanlı son nefeslerini veriyor. Dünya harple kavruluyor. Devlet tarafından Arabistan'a gönderiliyorsunuz. Göreviniz, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için 'karşı propaganda' yapmak. Berlin’deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip ediyor ve nihayet on dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'dayken alıyorsunuz. Bu haber karşısında öyle muazzam bir coşku duyuyorsunuz ki; Çanakkale Destanı'nı kaleme alıyorsunuz. Görmediğiniz ama bir kor gibi yüreğinizi yakan bir harbi en güzel şekilde tasvir ediyorsunuz. Çanakkale’nin aslanlarına “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber / Sana aguşunu açmış duruyor bak Peygamber!” diye haykırıyorsunuz.
Yıl 1920, Yunanlılar Bursa’yı işgal ediyor. Komutan doğrudan Osman Gazi’nin türbesine girip ayağını sandukanın üzerine koyup fotoğraf çektiriyor ve diyor ki: “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet paramparça oldu.” Bu sözler üzerine Taceddin Dergahı’ndan yüreklere dolan ve yürekleri dolduran iniltiniz yükseliyor, “Bülbül” feryadınız arşı dolduruyor: “Dolaşsın, sonra İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem... Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” diye haykırıyorsunuz. Siz bu milletin duygularının en büyük tercümanı oldunuz. Ah u efgânınızla gönülleri titrettiniz, ruhları her daim dinç tuttunuz!
Hatırlayın lütfen. Yıl 1921, Türk Kurtuluş Savaşı'nın en çetin dönemi, ülke bir millî marşa gereksinim duyuyor. Bir şiir yarışması düzenleniyor, yarışmaya 724 şiir gönderiliyor. Kazanacak şiire para ödülü konduğu için başlangıçta siz katılmak istemiyorsunuz. Şiirlerin hiçbiri ülkenin o an içinde bulunduğu durumu ve duyguları anlatmaya kâfi gelmiyor. Ancak Millî Eğitim Bakanı’nın ısrarı üzerine yarışmaya katılıyorsunuz; ama kazanırsanız ödülü almamak koşuluyla. Üstelik herkes biliyor ki, o gün o paraya çok ihtiyacınız var. Siz ne büyük bir insansınız ki, vatan sevginizin karşısına hiçbir maddî değeri koymuyorsunuz. Parayı alıyor, anasız babasız çocuklara bağışlıyorsunuz, siz ise bir dostunuzdan ödünç aldığınız eski bir ceketle yaşamınızı devam ettiriyorsunuz. Ne büyük fedakârlık! Kelimeler kifayetsiz kalıyor bu anlarda.
Geceleri gözünüze uyku girmiyor. Taceddin Dergahı’nda duvarlara yazıyorsunuz hislerinizi. Biz gençler için duygularınızı duvarlara kazıyorsunuz sanki. Sonunda “Allah bir daha bu millete yazdırmasın!” dediğiniz İstiklal Marşımız mecliste defalarca coşkuyla okunuyor. Defalarca gözyaşı döktürüyor vekillere, avuçlarının içi patlarcasına alkışlıyor vekiller. Keşke o alkış sahiplerinden biri de ben olsaydım. Göz pınarlarım kuruyana kadar; coşkudan çıldırma noktasına gelene kadar size tezahürat edenlerden biri de ben olsaydım. Değil bir insan, o şiirin okunduğu kürsü olsam, o şeref bile bu aciz âşığınıza yeter de artardı bile!
Yüce sanatkâr, siz öğrettiniz bize vatan sevgisini, fedakârlığı; siz öğrettiniz azmi, gayreti, kararlılığı. İmandan mahrum bir bedenin bir et parçasından ibaret olduğunu siz aşıladınız bu körpe beyinlere. Vatan sevgisini benlik sevgisinin önünde tutamayan zavallılardan olmamak gerektiğini de hepsi birbirinden kıymetli şiirlerinizle siz telkin ettiniz görüşü kısa bizlere. Yaşam kadar ölümün de tabi olduğuna da sizinle bir kez daha ikna olduk. “Hepsi göçmüş hani yoldaşlarının hiçbiri yok / Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak / Postu sermekse meramın yola, serdirmezler / hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.” dediğinizde biz anlamıştık bile bu geçici yaşamın kalıcı bir dünyanın tarlası olduğunu.
Üstadım, size sizi anlatmak değildir niyetim. Bize neler kazandırdığınızı bir kez de bizim ağzımızdan duymanızdır arzum. Hastasınız, Allah afiyet versin ve sizi başımızdan eksik etmesin. Milletimiz için sizin gibi baş tacı rehberlere her daim ihtiyacımız var. Bilmeden, görmeden bize kattıklarınız için şükranlarımı sunuyor ve belki de sizin emanetinize sahip çıkamamamız olasılığına karşın hakkınızı helâl etmenizi diliyorum.
Hoşça kalın!”
Editör: HABER MERKEZİ