Dere, aktığında güzeldi. İnsanların karşısında dans ettiğinde veya en güzel danslarını kendisini seyredenlere sunduğunda mutluluğunun bir tebessüm gibi yayılışını aksettiriyordu herkese gök kuşağının içinde. Her ağacın dalında her kuşun kanadında her sevginin damarında dolaşıyordu. Geleceğe taşırken geçmişi ve geçit verirken yaşama, sorgulamıyordu hiçbir şeyi. Oysa nice tarihlere şahit olmuştu, nice aşklara, nice göçlere, nice ağıtlara kıyısında… Bazen bir balıkçının oltasına balık vermek istemezken, bazen de bir sevdalıya şiir olmuştu…

Zaman zaman içinde kalbur zamanı oynarken, her şeye şahitti dereler. Ama vermek istemedi bir taşını, balığını veya bir çakılını. İnsanın çoğalma hissi gibi oda geleceğe üremek istiyordu damlalarının çığlığıyla. Oysa, yok etmek için varlığını ve yatağını ve geleceğini,  kendisine uzanan ellere inat, sessiz çığlıklar atmaya başladı yarasını savmak sesini duyurmak için. Masalları sevmişti insanlar, yaşları ne olursa olsun. Yaşam masallarla avutulur hale gelmişti nasıl olsa ve kendisini de geleceğe masal yapmak istiyordu, yatağına uzanan eller… Akamayacak ve kuruyacaktı eğer birileri dur demezse. Şarkılar söyleyemeyecekti, danslar edemeyecekti… Rüzgarla, fırtınalarla özdeşleşen yapısıyla çığlıkları ve oyunları geçmişe ve yokluğa gömülecekti…

Dere, dere olmak için vardı. Akmayacaksa, duracaksa; bentlerle, kurallarla kıskaca alınacaksa yapısı ne anlamı vardı olmaklığının. Kuruyan bağrında, neyi besleyip büyütecekti ki, hangi yeşile sulak olacak hangi balığa yuva… Kim yaşama can verecekti olmazsa, yerine kim geçecekti. Gün çığlık atacaktı çöle dönüşecekti her şey ve güneş intikam alacaktı kendisini yok edenler için. Neden yaşam intikamlara gebe olsundu ki veya neden özgür akmasın dı. Anlamıyordu dere akmak için vardı, şarkılar söylemek, bağlar kurmak yaşamın içinde ve yollar olmak ormanlara köprüleriyle beraber…  Veya balıklar beslemek… Nice beste yapanlar vardı kıyısında, kaval çalanlar, tulumunun ilk havasını şişirip kendisine seranat yapanlar… Dere, boğulmak için değildi, doğmak için vardı ve can vermek için yaşama oysa can damarını kurutmaya çalışıyorlardı… O, olmazsa nasıl beslenecekti gelecek. Biliyordu, kıskaca alacaklar kendisini, kalem tutan eli yoktu ki derdini anlatsın diğer derelere ve denizlere ve okyanuslara…

Biliyordu, intikam alacaktı gelecek kendisini yok edenlerden. Kırılacaktı çevresine kurulan bentler ve yıkılacaktı tüm betonlar. Kıskaca alacaklardı duvarlarla yaşamını, yolunu, yerini değiştirecek, danslarının önüne geçireceklerdi. Kur yapamayacaktı geleceğe ve balıkları bağrında keyifle dolaşamayacaktı. Kuruyup çöl olacaktı gelecek. Tıpkı geçmişte diğer çöller gibi. Nasıl ki hepsi zamanında dolu dolu orman, dere, çay, yeşildi ve cıvıl cıvıldı her şey de zaman içerisinde yalanlara kurban gidip çöle dönmüşleri. Süs diye gerdanlarına takılan bentlerin aslında mahkumiyet zincirleri olduğunu anlamamışlardı. Oysa kendisi anlıyordu derenin, zincirlere, kıskaçlara, hapislere atmak istemiyordu. Kıskaçlar ona göre değildi.

Bir zerre sıçradı dereden ve sıçradı kıyısındaki kızıl ağacın yaprağına. Ağıt yakmaya başladı, suskunluğun bitişine bir kutlama gibi. Çünkü ağıtta olsa suskunluk bitmeli ve bir çığlık başlamalıydı geleceğe… başlayan bir çığlığın bin çığlığa karışıp kainatlara ulaştıracağını sesini ve ağıtlarla besleyeceğini geleceğinde. Yaşam yaşama gebe olmalıydı ve ağıtlar, çığlıklar atmalıydı kurtulmak için. Yoksa zindana dönecekti yaşama kendisi olmadan. Kuru bir dere ve deresiz bir orman veya bentlerle, beton çukurlarla kıskaca alınmış bir yaşam ve dansları biten, şarkıları susan bir dere… Varlık bitip yokluk başladığında, kendisi varlığından başka bir kalıba sokulup mahkumiyeti başladığında, yokluk yokluğu saracak ve çığlıkları boğulacaktı… Tıpkı acı sessiz tepkiler veren bir beden gibi oda tepkisel olarak tersyüz edecekti yaşamı kendisine tersyüz edenlere ve koyvermeyecekti hepsine inat dans eden balıklarını ve zerrelerini...