Çamlıhemşin'in süslü sultanı serender...

Abone Ol

20 yaşa tırmanmaya çalışırken, köyde geçirdiğim en keyifli anlarımdandır, elimde çayım, güneş ve kalaş karışmış yüzüme vuruyor…Nerde miyim..?!

Evimizin hemen dibinde “Serender” in köşkündeyim; En “utopik” düşlerime daldığım, daha doğrusu bu “düş” lerin bende yeni yeni başladığı dönemler… Bilirsiniz, bir hayalin ucunu yakalar ve bunun etkisiyle görsel hafızamızın kurguladığı düşün arkasından koşarız…

Evet, benim “Utopik” dünyama ait kesitlerden biriydi, beynimde oynayan filme dalmak;  Hep aynıydı aslında, gözümün önünde koskoca asırlık içi oyuk bir çınar ağacı belirirdi ve bu çınar ağacının etrafına yere paralel  uzanmış kalın gövdeli dalları vardı. Bu dallara oyuk olan gövdesinden bir merdivenle çıkılırdı ve üzerinde bir kulübe oturtulmuştu. Kapıyı açtığımda ilk karşılaştığım yerdeki kilimdi üzerinde otantik desenler işlenmiş; hemen karşısında küçük bir sedir, sedirin önünde kurulu “pilita”,hemen başımı duvara kaldırdığımda koçanlarından bağlanarak bir çiviye asılmış bir çift kuru mısır hemen yanında antika bir tüfek; diğer duvarda üzerinde yörsel motiflerin işlendiği bir duvar kilimi asılı yanında küçük bir “tereğe” oturtulmuş bir  gazyağı lambası… Lavabo ve odanın iki duvarında küçük iki göz pencere… Beynim devam ediyor; bir köşede yerleştirdiğim rafta boydan boya kitaplarım, almaktan çok veren: beni bağrına basıp büyüten kitaplarım…

İlginçtir, tam sedirime oturup çayımı yudumladığımı kurgularken; bir kuş sesiyle bu ayrıcalıklı dünyadan kopuyorum ve “serender” in “köşk”ünde (köşk: serender’in dış tarafı açık balkonu) buluyorum kendimi, adı köşk ya içimde bir coşkuyla kendimi sultanlar gibi hissediyorum, “olsun” diyorum kendi kendime “hayalde olsa çok keyifli”…öyle ya “hayalleri” olmazsa ne anlamı olur ki insanın, kısır ve sıkıcı bir yaşam… Üstelik hayal kurmak bedava, harca harca bitmez…

Zaten “serender”de, bana, çınar ağacını anımsatan çok şey vardı; çayımı tazeliyorum (Bu arada ufaktan çay tiryakisi olduğum ortaya çıkıyor), tekrar oturulduğum yere tırmanıyorum ve ayaklarımı boşluğa bırakıyorum (bilirsiniz, yöremizde genç kızların öyle ayaklarını boşluğa bırakıp oynaması ayıplanır ve çocuksu bulunur) dedikoducu bir teyzeye yakalanma olasılığına karşı bir gözüm tetikte, ayaklarımı sallarken hem manzarayı seyrediyorum hem de  düşüncelere dalıyorum…

Ne kadar güzel, şehirde insanlar o kadar uğraşıp derin dondurucularda bile bu kadar iyi koruyamazlardı herhalde yiyeceklerini diye aklıma geliyor; aslında serenderler’in en büyük görevi az önce bahsettiğim gibi bir nevi derin donduruculuktu… Evdeki küçük kilere buradan çıkartılan yiyecekler konur ve tüketime hazırlanırdı…

Görüntü olarak çokta büyük değildi, ilk yapan ustası bilinmiyordu ama yüz yılı aşkındır kullanılıyordu; gövde kısmı etrafı açık direkler üzerine oturtulmuş, dört çarpı dört m2 civarında, ahşaptan, “harduma” (inceltilerek çatılarda kullanılan tahta) veya sac’la üzeri kapatılmış ağaç üzerine kurulmuş bir kulu beyi anımsatıyordu… Yükseğe kurulmasındaki amaç  haşerelerden, yabaniden, hırsızlardan, sert hava koşullarından korumaktı.  Altı açık olmakla beraber, bazıları etrafını tel örgüyle çevirerek tavuk vb.. hayvanları besliyor, bazıları yem koyuyor, bazıları da etrafını kapatarak küçük bir oda gibi kullanabiliyordu.Görmüştüm köyde farklı şekilde kullananları; birkaç yerde de altı misafir odası üzeri de misafir yatak odası olarak dekore edilmişti…

Şimdi kış olsaydı diye geçirdim içimden, yaptığım yaramazlıklar gelirdi aklıma; peynir gadinasına dalıp, elimle kopardığım koca bir peynir parçasının üzerine yayla tereyağını sürerek  afiyetle mideye indirişimi…

Şimdi, etrafımdaki kurutulmak için asılmış ve serilmiş mısırlara, fasulyelere baktım…Bunlar kışın “serender” in içinde depolanacak erzaklardı tıpkı diğerleri gibi; Kışın, serender’in hali gözümün önüne geldi birden; Duvarlarda ipte sarkan “elma” kuruları ve kuru “minci” çuvalları (özelliklede “küflü” ve “kokulu” olursa daha lezzetli gelirdi bana) ,  küp küp “turşular” (taze fasulye ağırlıklı), küp küp “sirkeler”, gadinalarda kavurmalar, paçalar, peynirler, tereyağları…Bir köşede yığılı patates, yanında çuval çuval, yer ve hucka olarak ayrılan kuru fasülye bidonları… Öğütülmüş, kırılmış veya taneli mısır çuvalları, gudeç  gudeç meyveler;  düşünürken bile canım çekti…

Bizim sernedere küçük bir tahta köprüden çıkılıyor…Ve bana en zor gelen sırtımda yükle buradan geçmeye çalışmaktı; inek fobimi bile yenmiştim ama şu köprüden geçmek bana işkenceydi (yük olmasa da geçerken korkuyorum) ama sonuçta iş işti şehirde nasıl şehir kızıysam köyde de köy kızı olmak öğretilmişti bana ve tüm fobilerime gözümü kapatıp köprüden geçiyordum….

Neyse, “daha kışa çok var nasılsa” diye düşündüğümü hatırlıyorum,  şimdi bahçelerde taze salatalıklar… Esas onların zamanı, macoy macoy toplayıp tuzlayıp yiyeceksin… Bizdekiler henüz olmamış, ama nasıl olsa komşu teyzeler bir şey demez, burada böyle abartmadıktan sonra istediğin “bostan” a girip istediğini alabilirsin…

Şimdiden geçmişe bakmak, herzaman, tasvir ettiğim bu anılarım kadar, güzel olmuyor… Kıymeti bilinmeyen, yaz kış insanına hizmet etmiş yaşlı serender’in artık bir ayağı çukurda gibi…  “ütopya” larımıza ilham olsa da, kutu gibi, sevimli haliyle bize gülümsemede, köşkünde beni prensesler gibi ağırlayan bu güzel odacık artık ilgi istiyor… Diğerleri gibi, varlıklarını korumaları için desteğe ve bakıma ihtiyaçları var ve ülkemizde hatta dünyada yapım tekniği ve kullanım alanı olarak çok az yöreye mahsus bu "süslü sultan", belki yaşamdan elini eteğini çekmek değil de farklı amaçlı kullanımda sürekliliğini ileriki nesillere taşıyıp, başka genç kızlara “ütopyalar” kurdurabilir…