Ropartaj: Bahattin Karagöz ve Fatih İslam Karaoğlu

 

Rize'mizin yetiştirdiği pek çok değer vardır. Bugün yaşayan Rizeli düşünce adamlarından biri de araştırmacı-yazar Cihan Yamakoğlu'dur. Kendisinden bir röportaj istedik, bizi kırmadı. Ancak biz sohbetimizde sorup çok serpmeli cevap aldığımız konularda röportajı kaleme almayı da yoğun meşguliyetine rağmen kendisine bırakmayı tercih ettik. Aşağıda kendi özgün anlatımıyla Cihan Yamakoğlu'nun çocukluk anılarından bir demet bulacaksınız. Devamının geleceğini umduğumuz bu birinci bölümün ardına Cihan Yamakoğlu'nun özgeçmişi ile birlikte basılmış eserlerini de ekledik.

 

Bu haberimizde kendi özgün anlatımıyla Cihan Yamakoğlu'nun çocukluk anılarından bir demet bulacaksınız. Devamının geleceğini umduğumuz bu birinci bölümün ardına Cihan Yamakoğlu'nun özgeçmişi ile birlikte basılmış eserlerini de ekledik.

Hikayenin Öyküsü !

Araştırmacı-yazar Cihan YAMAKOĞLU anlatıyor:

Rahmetli  anamın deyişi ile Karakış'ın (Aralık ayı) onsekizinde Karadere'nin Medrese mahallesinde dünyaya gelmişim.  Anam, babamla ondört yaşında  daha cami öğrencisi iken, babamın zoru ile evlenmiş. Anam bize çileli hayatını anlatırken ; ''o sıralarda bildiğim tek şey, rahmetli Asiye  teyzemin ezberlettiği Yunus Emre'nin  bazı ilahilerinden ibaretti' demişti.Babam eli silahlı bir adamdı. Milli mücadele sırasında  ağabeyleri ile Rize'yi terk ederek önce İstanbul'a, sonra İzmit'e ve oradan da Adapazarı'na gitmişler.Babam, İstanbul'da iken Meclis-i Mebusan azası Süleyman  Paşa'nın muhafızlığında  bulunmuş. İzmit'in İngiliz harp gemileri tarafından topa tutulmasında,   akrabamız Tabur İmamı İbrahim Efendi'nin  çetesinde   olan Amcam (Tahir oğlu) İsmail  şehit olmuştu.1921. Babam uzun yıllar bu diyarlarda kalmış ve anam üvey anamdan olan   ağabeyimi ve ablalarımı da  bakıp büyütmüştür. Anamın ilk on yıl çocuğu olmadığı için babam özellikle erkek çocuğu olması için birkaç defa evlenmişti.Çünkü canları namlunun ucunda imiş ve her an ölebilir olmaları karşışında  aile-ocaklarının sönmemesi için erkek çocuk çok gerekli imiş…Babamın başından birkaç evlilik geçmesine rağmen ilk göz ağrısı anamı da hiçbir zaman göz ardı etmemiş.

Seferberlik,savaş ve kıtlık  yıllarının birbirini kovaladığı o yıllarda babam evine  dokuz yılda yalnızca onbeş lira gönderebilmiş ve onun da yedibuçuk lirası vergiye gitmiş… Kendi ifadesi ile anam  'bu   çileli, yokluk ve çaresizlik yıllarının en zor ve aklımı oynatacağım günlerimde, kimse yoksa evde, tarlalarda, meşelerde, tenha yerlerde ezberimde olan  Yunus Emre'nin ilahilerini   kendime göre en duyarlı ve ağlamaklı biçimde  terennüm eder ve  çıldırmaktan, korunurdum' diye bize o günlerini anlatırdı. Babam ise Rize'deki ikinci evliliğinden sonra Sakarya' da bir başka evlilik daha yapmış, o evlilikten de orada bir oğlu daha olmuştu. O arada bir iki kuma daha eve gelmiş ve kısa sürede  ayrılmışlardı.

   ''Dualarıma on yıl boyunca hiçbir cevap alamadığım için, Allah beni unutmuştu galiba!...' diyen anamın, nihayet duaları işitilmiş olacak ki  1930 yılından itibaren çocukları olmaya başlamış ve dördüncü olarak ta ben doğmuşum.  Babam yine İzmit'e dönmüş ve annemi de yanına aldırmış. Fakat, rahmetli anam, 'kaynanası –nenem- yalnız kaldı, beddua eder, mezarlarımıza fatiha okuyanımız kalmadı, başımıza bin bela gelir' diye, diye  Rize'ye dönmemizi başardı ! Babam da galiba aynı yıl içinde orada tekrar evlendi ve bu evlilikten de  bir kızkardeşimiz daha doğdu. 1945 Baba görmediğimiz için baba mefhumundan bihaberdik. 1946 yılı incir mevsiminde –Eylül-   hiç tanımadığımız babamız, komşu Hasan emice  ile çıkıp gelmiş . Tabii ki Rize'den beri 25 km.yi yaya yürüyerek gelirlerdi. Bizim mahallenin Rize -Erzurum yolu olan Cami tarafındaki yamacından gelmekte olan iki erkeği sığır çobanlığı yaptığı  fındıklıktan ablam Hacere görmüş ve üstelikte epeyce ırak olmasına rağmen babam olduğunu da tanımıştı. 'Maşallah' adlı yazın evde kalan tek ve güzel sığırımızı dört nala önüne katarak Baba Kozna'sındaki devasa  incir ağacında gördüğü bize ' İşte bakın, Caminin altından babam geliyor!...'' diye haykırdı. Tahir'le ben de tanımasak ta   heyecanlandık, incirden acele yere inip ablamla berber koşarak;  biri babamız olan iki adamın yanına geldik. Ama ikisini de tanımıyorduk. Onlara baktık fötr şapkalı, cep saatli,zincirli, köstekli, ceketli, yelekli, mavi gözlü, uzun boylu, biraz yorgun, saçlarına ak düşmüş fakat dimdik duran adamı beğendik,babalığa layık görüp öncelikle kucakladık. Babam ise beni tanımıştı ama üç yaşındaki  kardeşim  Tahir'i o yokken doğmuş olduğu için  tanımadı ama bu kimin diye sordu.1946'dan sonra babam ilk ve son hanımı  annemden ve bizden bir daha ayrılmadı. Küçük anam -ikinci annem-  ve çocukları- da ayrı bir evde yaşamaktaydı… Rahmetli anam evlendikten yirmi yıl sonra da olsa  eşine kavuşmuş oldu. Bu arada  babam, Sakarya'daki oğlu Rasim ve en küçük kızı İzmit'teki Aslıhan ile de her zaman ilgilenmeye çalıştı. 

Babam, Osmanlıca okur ve yazar, Karadere Rüştiyesi'nde birbuçuk yıl okumuş ve işgal üzerine tahsili orada kesilmiş ve Cumhuriyetle birlikte yeni yazıyı hemen öğrenmiş,   gezip gördüğü yerler, tanıştığı insanlar ve değişik küçük memuriyetlerde bulunması sayesinde ' okumaya' son derece önem veren bir insandı. Askerliğini onbaşı rütbesinde Hopa ve Fındıklı'da karakol komutanı olarak yapmış ve Kafkasya-sınır ötesinde Ankara'nın talimatı ile çok önemli görevler yaptığını söylemişti. Son derece akıllı, merhametli ve çok becerikli, ileriyi gören, ferasetli bir aydın insandı.

 Yıl 1951-52  olduğunda ilk okulu bitirdim. Beni beşinci sınıfa bir yıl adaha gönderdi ve ''bir şeyler daha öğrenirsin...'' demişti. Derken, ilçede   mısır satış mağazası açıldı ve babam orada  altmış lira maaşlı memur  oldu. Bunun otuz lirasını bana ayırdı ve Rize Ortaokulu'na kaydımı yaptırdı.Hepsi bir roman olacak hikayeleri atlayarak devam edelim.

 Derken Karadere-Kalkandere'nin ' orta, lise ve üniversiteyi bitiren' ilk genci  oldum ve benden sonraki gençlerin yolunu açtım. Bu hikaye ile sizi niçin  meşgul ettiğimi  elbetteki merak etmektesiniz. Size vermek istediğim bir iki mesajım var…

Babam tarafı-ailesi  çok cesur ve  atak ve bir o kadar da olayların üzerine hızla giden bir yapıya sahipti. Anam ise sakin, sabırlı ve üzücü olayları içinde saklayan –haklı cevabı sizi üzecekse – onu bile söylemeyip, adeta haksızlığı hazmedip-  aile, akraba ve komşular arasında  sulh ve süküneti öne alan müstesna bir yaratılışa sahipti. O çocuk yaşında olmasına rağmen, babamın önünde onun hızlı gidişini, kayalıklara çarpıp yok olmasını önlemek için duran yumuşak ve kararlı bir duvardı ve babamın seksen üçyıl yaşamasında son derece önemli  rol oynamıştı.Analar böyle kızlar da yetiştiriyordu…Örnek bir kadın önderiydi; altı kuma da olsa sabretmiş ve babam da fırtınalı hayatında ondan hiç kopmamıştı ve son 1946-1983 yılları arası 37 yılı kesintisiz birlikte yaşamışlardır. Gemiye sonradan binenlerin çoğu ise birer birer inmişlerdi…   

 Anam da babam gibi çok helalcı bir mümin insanlardı… Birkaç meyve getirsek bahçelerden 'onu nereden aldınız diye temize çıkarmadan' yemezlerdi. Babamın annem ve diğer hanımlarından olan  dokuz çocuğunun  Geyveli Rasim ve İzmitli Aslıhan hariç hepsini annem büyütmüştü.

Aradan yıllar geçmişti, ben İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenciydim.(1959-63) İzmit'te bir kızkardeşimiz olduğunu biliyorduk. Tahir'le birlikte İzmit'e gittik ve onunla ve Saniye annemizle tanıştık, zaman içinde Saniye annemizi ikna ederek  Aslıhan'ı, benim de kaldığım  İstanbul'daki Ali ağabeyimin evine getirdik. Onu çok seviyor; yerlere, göklere sığdıramıyorduk. Ben 1957 yılında annem ve babamın ricasına uyarak evlenmiş ve lise sonda da Kızım Nebahat doğmuştu(1959).   Derken Aslıhan'ı Rize'ye, babama götürmek için binbir dereden su getirip Saniye anamızı da ikna ettik.Çünkü, bir kız çocuğu olarak babalı-ağabeyli bir evde yaşaması ve eğitilmesi onun geleceği açısından çok önemli idi diye düşünüyorduk. Aslhan'ı vapurla Rize'ye götürdük.Kardeşim Tahir ve benim için  Aslıhan bütün yakınlarımızı bastırmıştı. Onu  anneme ve babama teslim ettik… Babam, kendisini büyük bir  vebalden-manevi mesuliyetten kurtardığımız için Tahir'e ve bana çok özel dualar etti…

Anam ise ondört ay boyunca bu yeni 16 yaşındaki kızına karşı elinden geleni yapmaya çalıştı. Eşim de onu bağrına başmaya gayret etti, başka seçimi de yoktu.

Bir gün evimize gelen ve anamın hayat çilesini- macerasını bilen akraba ve komşu  kadınları'anama' şöyle dediler. 'Meryem… yıllarca büyüttüklerin yetmedi mi, şimdi de bu kızı mı –Aslıhan'ı- büyüteceksin,Allah aşkına…  Önce bakıp büyüttüklerin kadrini bildiler mi? ''

 Anamın cevabı ise bir abide eser gibidir. Bu cevap Müslüman Türk kadınının emsali olmadığını gösterir. 'Bir zamanlar benim çocuğum yoktu. Kocam bana diğer hanımlarından olan çocuklarını getirir ve onları benim yetiştirmemi isterdi. Çünkü benim farklı bir kadın olduğumu bilir ve çocuklarının da benim gibi olmalarını isterdi. Şimdi ise Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. Allah dualarıma cevap verdi, benim de çocuklarım oldu ve  bu defa çocuklarım bana kardeşlerini getirdiler…Aslıhan da benim  çocuklarımın kardeşi ve benim de kızımdır…Çok bahtiyarım, bundan hiçbir şikayetim yoktur…'' İşte ben  böyle bir 'garipler anasının ve babasının çocuğu'' olarak dünyaya gelmekten son derece mutluyum. Mekanları cennet olsun, Allah benzerlerini ve soylarını arttırıp yüceltsin…Diğer analarımızdan olan kardeşlerimiz de bizim için birer zenginlik olarak kaldılar.

1951 yılında Rize Ortaokulu'nda siyah ilk okul önlüğü, beyaz  yakalık ve 'Gizlaved' kara lastik ayakkabı ile giden, galiba yalnız bendim. Harabe bir marangozhanenin üst  katında üsüste dizilmiş ceviz tahtaları arasında, tavanı olmayan ve kiremitler arasından gece yıldızlar görülen odamsı bir  yerde ikibuçuk lira kira ile yerleştirilmiştik. Yatağımızı her akşam yere serip sabah kıvırıp kaldırıyorduk.Tuvaleti ve suyu yoktu.İhtiyaçlar için 3-400 metre aşağıda Orta Cami'nin helalarına gidiyorduk.

 Bir lokantada yiyecektik fakat günlük tüm masraflar bir lirayı da geçmeyecekti…Bir ince hesap yaptım, para yüzünden okuldan geri alınmamalıydım. Ben her öğün,   25 kuruşluk yemeklerden bir tabakla ve çeyrek ekmeğin yarısını kestirip, beş kuruş daha vererek toplam  30 kuruşla sofradan kalakacaktım. En ucuz olan bu hesaba göre de günlük yemek masrafı   doksan kuruşa mal oluyordu. Bu ise ayda 27 lira demekti.

   Ancak diğer masraflarım nazara alındığında aylık yemek masrafı   15 lirayı geçmemeliydi. Hafta tatili Cumartesi-Pazar Kalkandere'ye gidebilirsem lokantada yemeyerek bu hesabı tutturabilirdim ve tutturdum. Ancak her hafta Kalkandere'ye kamyonla gidersem   ayda sekiz lira  gerekiyordu. Bizi parasız taşıyan iyilik sever kamyoncular rastgelirse mesele yok, fakat bazıları hiç affetmez, bir lira navlun isterdi ki çok defa da paramız olmazdı.

  Bu duruma düşmemek ve babamızın itibarını da sarsmamak için de kimselere fark ettirmeden kamyonun yanından sıyrılıp  'tabana kuvvet' der, yaya olarak bu 25 km. yolu 4-5 saat içinde bazen de geç kaldığımız için kapkaranlık bir dünya içinde yürürdük. Önemli olan masrafın otuz lirayı geçmemesi idi ve bunu başarmak gerekliydi.

   Sonra evden Rize'ye dönerken anam bize bir el sepeti (kuviça=kuyuca) içinde yiyecekler verirdi, onlarla da hafta içinde yemek işini  halleder, lokantaya gitmezdik. Ortaokul  hayatının ilk bir yılı  çok zorluklarla geçti. Zor zar sınıfımı da geçtim. Sonraki seneler daha iyi oldu.

  Ben orta sonda iken kardeşim Tahir ilk okulu bitirdi. Masrafını karşılayamadığımız için onun hafız olması kararlaştırıldı. Bu durum benim pek hoşuma gitmedi. Babama  'Tahir Kalkandere'de kalırsa zarar olur. Onu da okutmalıyız. Bana harcanan para ile onun masraflarını da karşılayacağım.'' dedim. Ben liseye başlamıştım. Gaz ocağı, tencere vs. tedarik ederek  yemek masrafını  çok azalttık, diğer konularda da çok   tutumlu  davranarak ailemizi üzmeden  tahsile devam ettik.

   Bir tatlı-tuzlu hatıramı anlatarak bu bölüme son verelim. Rize'de ilk yıl   çok kar yağdı ve rahat edecek bir yer  arayıp durduk. Nihayet Atmeydanı'na yakın bir ailenin yanında aylık beş lira ile yerleştirildim.  Çok küçük ve şehir hayatı yanında aile mahremiyetleri bilmeyen saf bir çocuktum…Öyle yetiştirilmiştik.    Kocaman oğulları ve kızları yanında biri bebek, diğeri de yedi yaşlarında çocukları olan bir ailenin içine karışmam  çok zor ve sanki olacak şey değildi.   Bir odada soba yanmakta idi, yan odada ise  oturmak için sert minderli sedirler vardı. Geç saatlerde yatağımı onların üzerine serer ve yatardım. Fakat uyku sırasında dönüp durunca  sekiden güm diye aşağı düşerdim. Uyanıp nerede olduğumu, ne olduğunu anlayıncaya kadar sarhoş gibi bakınıp dururdum. Sonra yanımda yer yatağında yatan  diğer oğlanları fark edince  toparlanıp yatağıma çıkar ve çok defa pencereden anamı düşünüp ağlardım…Ders çalışmak için gerekli ortam da yoktu.

  Ama bütün bunlara rağmen sınıfımı geçemezsem denize atlayıp intihar etmeyi düşünürdüm. Okula gitmek için bir saat  yürümem gerekmekteydi.Sabah erken  kalkar, öncelikle sobanın yandığı odaya kapı çalmadan dalardım. (…)Yengenin ve (...) amcanın iç banyoda yıkanmakta olmaları veya havlulara sarılı olmaları beni hiç mi hiç ırgalamazdı…

   Bir tatil günü Kalkandere'ye gidemedim. Çok üzüldüm, epeyce de ağladım. O gün    (…)Yengenin günüymüş, eve bir çok kadın misafir gelmişti.  Bir ara, iki kafalı gibi ve çok soluk benizli olan  küçük oğullarını bakmam için kucağıma verdi. Sonradan duyduğuma göre 'çok yaşlı adamların  bebekleri' böyle çelimsiz-soluk ve zayıf olurmuş.Ben bu çocukla uğraşıp dururken (…)Yenge bir bakır tas içindeki  'vurma kara lahana' yemeğini  çocuğuna yedirmemi istedi.

 Misafir kadınlarla beraberdik. Benim ise çocuk bakımı ve yedirmesi konusunda hiçbir tecrübem yoktu…Çocuk ta yerinde durmuyor, bir sağıma, bir soluma yer değiştiriyordu. Sol dizime oturtup, sol kolumla çocuğu kucakladım, tası sol elime aldım, dökmemeye dikkat ediyordum. Tasın içindeki  odun kaşığını sağ elime alarak, lahana yemeği doldurup, çocuğun ağzına sokmaya çalıştım. Koyu yeşil renkli  vurma lahana başını sallayıp duran çocuğun ağzı yerine çok defa yüzüne, burnuna ve yanaklarına kadar yayılıyordu. Ciddi bir uğraşıdan sonra  lahana tükenmişti ama çocuğun  ağzı,burnu ve yüzü de lahanaya bulanmıştı.

  Ne annesi  ne de o misafir kadınlar  benimle hiç ilgilenmemişlerdi. (…)Yengeye baktım ve bir el bezi verse de çocuğun yüzü ve dudaklarını temizlesem … diye ona bakındım…Annesi ise bu bakınmama karşılık, adeta sitem edercesine  ' temizlesene' diye çıkıştı. Ama ben ''ne ile'' diye  avuçlarımı açtım…Bebek hala kucağımda idi. Bu defa hiç beklemediğim sert bir tavırla 'sen oğlumu iğreniyor musun? Yalayıp temizlesene!' deyince… Ben zavallılaşarak o misafir kadınların yüzlerine baktım… Bir şey demeleri gerektiği düşüncesindeydim. Ama hiçbir şey demediler… O zaman da 'yoksa ben ayıp mı ediyorum'' diye düşündüm… ''Yoksa şehirliler çocuklarının dudaklarını yalayarak mı temizlerdi' diye düşünmeye başladım… Yenge ısrar edince de   çocuğun dudaklarını  ve yüzünü yalayarak temizledim…Midem kalktı ve bebeği annesine verdim. Yıl 1951 idi ve ben 11 yaşında bir köy çocuğu idim…Kıssadan Hisse…alanlar için bugünlük bu kadar. İnşallah ömrümüz vefa ederse tamamen gerçek olan bu  hayat hikayemin–öyküsünü de!- anlatırım.
… 

16.09.08 

Cihan Yamakoğlu

 

1940 yılında Rize’nin Kalkandere (Karadere) ilçesinde doğmuştur. İlk tahsilini Karadere’de orta tahsilini Rize Lisesi’nde ve yüksek tahsilini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlamıştır (1963). Askerlik ve hâkimlik stajından sonra 1968-1975 yılları arasında Türkiye’nin çeşitli il ve ilçelerinde savcılık yapmıştır. 1975 yılında Adalet Bakanlığı merkez teşkilatında görevlendirilmiş ve kısa süre sonra Personel Genel Müdür Baş Yardımcılığına atanmıştır. 1978 yılından 1984 yılına kadar kısa sürelerle yedi ayrı ilde savcılık yapmıştır. 1984 yılında yeniden Adalet Bakanlığı Tetkik Hakimliği görevine atanmış ve bunu 1990 yılına kadar devam ettirmiştir.

Yargı hayatında geçen bilgi ve uygulamadan sonra 1990 yılında Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü’ne atanmıştır. 1993 yılında Başbakanlık Müşavirliği’ne atanmıştır. 2000 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Müşavirliği’nden emekli olmuştur.

Kendi ilçesinden Vesile Akgün ile 1957 yılında evlenmiş olup sekiz çocuk sahibidirler.

Gerek Adalet Bakanlığı gerekse Başbakanlık ve Bayındırlık Bakanlığında görevli olduğu sıralarda değişik orta ve yüksek tahsil kurumlarında öğretim görevlisi olarak hukuk ve sosyal bilim dallarında öğretim görevi almış ve aynı konularda konferanslar vermiştir. Birçok ulusal ve yerel televizyon ile radyolarda değişik (hukuk, sosyal, siyasal) konularda konferanslar vermiş ve vermektedir.

Öğretim görevlisi olarak, Polis Akademisi’nde üç yıl (1989-1991) Ceza Hukuku ve Kriminoloji derslerini vermiştir. Hakim Adayları Eğitim Merkezi’nde değişik hukuk dallarında ve özellikle hukuk ve ulusal kültür unsurları arasında uyum ve uzlaşmayı konu alan konferanslara katılmıştır. 1986 yılında kurulan Adalet Meslek Lisesi’nde, “İnsan İlişkileri” ders kitabını yazmış ve eğitimini vermiştir. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan aldığı teklif üzerine Ticaret Liseleri için “Beşeri Münasebetler” ders kitabını yazmıştır. Bu kitap Devlet Kitapları serisinde MEB tarafından yayımlanmıştır. Bu eser; her dinden, inançtan, ırktan ve cinsiyetten ve her yaştan insanların ( anne, baba, karı, koca, öğretmen, öğrenci, usta, çırak, tutuklu ve güvenlik görevlisi, hasta, hekim, hemşire, er, subay, amir, memur, yönetici, yönetilen, işçi, işveren, genç, yaşlı, evli, bekar, zengin, fakir) aralarındaki ilişkileri insanca yürütmek için herkese yararlı olacak şekilde geliştirilerek “Ailede, Toplumda, İş ve Devlet Hayatında İNSAN İLİŞKİLERİ” adıyla ayrı bir eser olarak yayımlanmış olup Milli Eğitim, İçişleri ve Sağlık Bakanlıklarınca tavsiye edilmiştir. Bu kitabın Türkmence’ye uyarlanmış şekli Türmenistan’da yayımlanmak üzeredir. Ayrıca müteveffa İngiliz Prof. Ericson’nun da tavsiyesine uyarak başta İngilizce olmak üzere batı dillerine tercümesi ve internetle diğer insanlara ulaştırılması için çalışmalar sürdürülmektedir.

1985 yılında ilk baskısı yapılan bu eserin 1993 yılında ondördüncü baskısı yapılmış bulunmaktadır. Ayrıca ve özellikle kamu kurumları ile, iş için yüzyüze gelen insanlara karşı yürütülen gayri insani iş ve ilişkileri açıklayan “İnsan İlişkileri ve İnsana Yakışmayan Davranışlar” adlı eser, Dışişleri Bakanlığı tarafından uzun bir yazı ile Adalet Bakanlığı’na tavsiye edilmiş ve kurum okullarında ve hizmet içi eğitimde ders olarak okutulması tavsiye edilmiştir. Bu yazı üzerine Adalet Bakanlığı bu kitabın onbin adedini okul ve ceza evlerine dağıtmıştır. Sözkonusu eser; Emniyet Genel Müdürlüğü okul ve kurumlarına tavsiye edilerek kaynak kitap olarak kullanılması sağlanmıştır. Yazarın bu ve diğer eserlerine karşı resmi ve gayrıresmi ilgi artarak devam etmektedir. Halen piyasada olan eserleri, Kültür Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkezleri (DÖSİM) ile Diyanet Vakfı Yayınevleri yanında birçok kitapçıda satışa sunulmuş bulunmaktadır.

YAYIMLANMIŞ ESERLERİ.
Devlet Olmak İçin. MEB Tavsiyeli. 4. Basım.1993 Ank.

Devlet Olmak için. (Aileden Devlet’e). MEB Tavsiyeli. 4. Basım.1993 Ank.

Türkiyenin İnsan Yapısı.
(Türkiye’nin İnsan Yapısı). MEB Tavsiyeli. 3. Basım 1993.

İnsan İlişkileri. 14. Baskı. Ank. MEB tavsiyeli.

Beşeri Münasebetler. Ders Kitabı. MEB Yay. 1993.

İnsan İlişkileri ve İnsana Yakışmayan Davranışlar. Dışişleri Bak. Tavsiyeli

Mahmut Esat Bozkurt’un Hayatı. Kültür Bak. Yay. 1986.

Türk Kültürü Avrupa Topluluğu’nda. Ank - 1989.

Türkler Yine Avrupa’da. Ank – 1993 ( Türk Kültürü...Değişik 2. Basısm)

Büyük Sınav. İdeolojiler ve Uzlaşma. Ank - 1998.

Derin Düşünce Düşüşte Anarşi ve Terör Yükselişte. Ank. 2001

Para Put İzm. Sistemlerin Sorgulanması ve Onarılması. Ank-2001

Ortadoğu'da Barışla Savaşanlar. Ank.- 2003

Türkçe'nin Çiçekleri.

Editör: HABER MERKEZİ