Çay işi ne tatlı, yaptım bir beş katlı

Haftasonu Rize’deydik. Rize’ye birkaç defa geldim, dağlarına çıktım ama hayatımda ilk defa çay bahçesine gittim. Çayeli’nde, taaa en tepelere Kenan Amca’nın bahçesine üstelik... Doğadan Çayları’nın özel bahçesine. Gitmekle de kalmadım, pamuk ellerimle çay da topladım. Bir torba dolusu “2 buçuk” yaprak!

Çayeli bölgesi, açık ara Türkiye’nin en, ama en etkileyici yeri. Her vatan evladının (tabii hakikaten vatan evladı ise, tatlı su vatan evlatları Bodrum’a gitsin..) o dolambaçlı ve dar yolları göze alıp şöyle bir Haremtepe dolaylarına çıkması lazım. Başka bir ülke orası. Doğu Karadeniz’in diğer vadilerinden de farklı. Bambaşka bir coğrafya. Yüzlerce vadi, yüzlerce tepe. Üstelik her birinde başka bir doğa. Aynı zamanda hem vahşi hem de sevimli olabilen belki de tek yer.



Yamaçlar ciddi olarak dik. Öyle ki ayakta durulduğu vakit rahatlıkla arkaya yaslanabiliyor insan. Ama işte o vahşi ve dik yamaçlar yuvarlak yuvarlak ve sıra sıra çay ağaççıkları sayesinde o kadar sevimli olmuş ki yuvarlansan bir şeycikler olmaz gibi geliyor insana. Zira çay ekilmemiş tek bir karış toprak yok.

Yukarıya minibüsle çıktık. Yol o kadar dolambaçlı ki bazılarının midesi bulandı, başı döndü. Üstelik tek şerit. Karşıdan kamyon geldi mi bir boşluk bulana kadar geri geri gidiliyor. Ve tahmin edeceğiniz gibi Karadenizlilerin daima acelesi var. Kornalar, hööler eşliğinde bir ileri bir geri...

Ama tepeye çıkınca göz yaşartıcı güzellikte bir manzara ile karşı karşıya kalıyorsun. Eşi benzeri olmayan bir manzara. Dünyanın en yeşil, en çılgın, en velut topraklarına hipnotize olmuş şekilde baka kalıyorsun. (Midesi bulananlar o sırada dağların yedi ceddine giydiriyor)

Aralardaki sıvasız, korkunç çirkinlikteki apartmanlar olmasa rahatlıkla uzak doğuda bir yerdeyim diyebilir insan. Gitmedim ama Sri Lanka (Seylan) tahmin ediyorum böyle bir yer. (Apartmansız ve hasır şapkalı versiyonu.)

Bu apartman meselesinde yapacak bir şey yok. Yani görmeyeyim diyorum, gözümü başka yere çevireyim diyorum ama yok. Gözüme çöp gibi batıyorlar. Fakat dediğim gibi yapacak bir şey yok. Zaten azıcık toprakları var, Karadenizlinin de apartmanda yaşamak hakkı değil mi madem komple bütün Türkiye ona geçti üzücü bir şekilde.. Eh o zaman.

Bari modeller biraz güzel olsa diyor insan ama halkımızdan zevkli bir apartman modeli hayır gelmedi, gelmeyecek...

Ama yine de, evet yine de hayatımda ilk defa bir yere anında yerleşmek istedim. Hemen o an, oracığa.



Kenan Amcanın bahçesine Fatma Abla’nın yanında kalıvereyim istedim. Bütün gün o vadiye baksam bıkmam gibi geldi. Ömrüm boyunca aradığım şey sanki bu imiş gibi geldi. Bir çay bahçem olsun, kenarında evim olsun, kadrajda apartman olmasın ve dünyaya en tepeden bakayım.

Çayımı toplayayım, satayım, odunumu alayım ve aşağıya inmek hiç gelmesin içimden. Yeterince aşağıda yaşadık da ne oldu... Bunca yıldır... Bunca kötülük arasında... Ne bulduk ki?

 

İki buçuk yaprağın sırrı

Bir çay hikayesine başlamış idim değil mi ben? Araya bir toz duman girdi, fırtınalar koptu.. Her neyse.. Ne diyorduk? Çay.

Bildiğiniz gibi çay memleketi Rize’deydim. Dünyada kişi başına en çok siyah çay tüketilen ülke olduğumuzu biliyor muydunuz? Kişi başına 2.8 kilo!

Şaşılacak bir şey değil tabii. Sabah akşam çay tüketen bir milletiz. Bu çay tüketimine tek başına yılda en az 4 kilo ile hayli katkıda bulunanlardanım. Küçük bir çay sapığıyım yani.

Fakat gördüklerimden sonra artık elime her çay aldığımda bir durup düşünüyorum. Önce gördüğüm o olağanüstü güzel vadiler geliyor aklıma (bizim Çayelili Muzaffer Abi’nin deyimiyle “buruşturulmuş kağıt gibi” duran dağlar) sonra da o emek.

Müthiş bir şey çay işi! Çay denilen şey sadece ve sadece çay bitkisinin sürgünlerinden yapılıyor. Şimşir gibi bir bitki çay. Kendi haline bırakılsa 3-4 metrelik bir ağaç haline geliyor ama toplaması kolay olsun diye sürekli budanıyor ve böyle top gibi yarım insan boyunda bir çalıya dönüştürülüyor.

İşte çay dediğimiz şey bu bitkinin yılda üç kere verdiği sürgünlerinden yapılıyor. Sürgünün tümü de değil toplanan. Ucundaki iki buçuk yaprak. İkisi normal birisi küçük olduğu için iki buçuk yaprak deniliyor. Çayın lezzetini veren her şey bu sürgünlerde oluyormuş. Geri kalan yapraklarda bir numara yokmuş.

Elle toplanan en makbulü. Sri Lanka’da (Seylan) öyle yapılıyormuş. Ama o iş zor. O nedenle torbalı bir makas var, onunla toplanıyor çay sürgünlerinin ucu. Çoğu zaman yağmur altında, yarı kuru yarı ıslak ve tabii çoğunlukla kadınlar tarafından tek tek...

Fakat sonrası daha da zor. Çaylar önce solduruluyor. Soldurma dedikleri çay yaprağının esnek hale getirilmesi. Sonra bu esnek hale getirilmiş yapraklar makinelerde kıvrılıyor. İki taş arasında (diyelim) birbirlerine sürttürüle sürttürüle bir büklüm oluşturuluyor. Kıvrıldıktan sonra içine hava veriliyor, çayın tadını veren enzimlerin yaprağın dışına çıkması sağlanıyor. En son olarak da fırınlanıyor. Sonra da içindeki çöptü, saptı gibi gereksiz unsurlarından, bayağı ilginç metotlarla ayıklanıyor. Yemyeşil giren şey simsiyah çıkıyor.

***


Doğadan’ın çay fabrikasında duyduğum kokuyu asla unutamayacağım. Bir kazan çayın içine düşmüş gibi.

Doğadan, yeni bir uygulama başlatmış. Çayda İkinci Hayat projesi. Türk çayının Seylan çayı gibi kaliteli ve dünya çapında bir çay olması için geliştirilen bir proje. Çayların elle ve sadece 2 buçuk yaprak toplanması için (zira bizimkiler beş buçuk, altı buçuk, yedi buçuk Allah ne verdiyse topluyormuş) çay bahçesi sahipleriyle görüşmüşler, eğitim vermişler, taban fiyatın üzerinde fiyat vermişler. Zira yanlış toplanmış çaydan iyi çay yapılmıyormuş.

Aldıkları sonuçtan çok memnunlar. Giderek daha çok bahçe projeye katılmış. Rize’de acayip bir hareket gelmiş. Yılların “zor dem veren tozlu Türk çayı” intibaını kırmışlar. Çok güzel, temiz bir çay üretmişler.

Önce yanlış yapıp sonra doğrusunu bulmak da tam bize göre bir iş. Neresinden başlansa kar. Bir bardak çay deyip geçmemek lazım. Şu beton binalar işine ne zaman el atılacak benim de derdim o.

Editör: HABER MERKEZİ