Ülkesini seven her vatandaş, son yıllarda Türkiye’nin uygulamaya başladığı bağımsız dış politikayı destekler diye düşünüyorum. Bu hüküm cümlesi ile söze başlamamın sebebi, son aylarda Türk dış politikasındaki gelişmelerin, hemen her Türk vatandaşını heyecanlandırmasıdır. Mevcut durumu gereğince değerlendirebilmemiz için, eski dönemleri hatırlamamız ve eski dış politika zihniyetini ortaya koymamız gereklidir.

         Gençlik yıllarımdan beri okumayı seven bir insanım. Belli bir yaştan sonra da dış politika konularını yakından takip etmeye çalışmaktayım. Önemli bazı strateji kitaplarında, Türkiye için kabaca şöyle bir ifade kullanıldığını okumuştum: “Türkiye satranç tahtasında çok önemli bir yere sahip, ama kendi iradesini kullanamayacak bir durumdadır.”

         Türkiye’yi çok önemli bir konuma sahip bir “piyon” olarak tarif eden bu ifadeyi okuduğumda, çok rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Ne var ki, durum bundan farksız değildi. Ülkemiz ekonomik açıdan sürekli kıskaç altında tutuluyor; dış krediye muhtaç olduğundan kimseye karşı dik duramıyor ve üç kuruş kredi için IMF ve Dünya Bankası anlaşmalarıyla eli kolu bağlanıyordu.

         Diğer taraftan Sovyetler Birliği’nin tehdidine karşı NATO şemsiyesi altında olmayı zorunlu gören Ülkemiz, dış politikada bağımlı bir çizgi takip etmek durumunda kalıyordu. Güvenliği NATO’ya havale etmiş olan Ülke, hiçbir önemli silah üretimi faaliyetine girişmemiş, havan topu üretmeyi başarı sayan bir anlayış ortaya çıkmıştı. Nitekim 1984 yılında Başbakan Turgut Özal; “silah üretiminde komik ülkeyiz” demek durumunda kalmıştı.

         Başbakan Erdoğan’ın “Bir dakika!” (One minute!) sözüne kadar Ortadoğu’da geçerli olan statüko, 1970’lerde Henry Kissinger’in ABD Dışişleri Bakanı olduğu dönemde oluşturulmuştu. Yahudi olan Kissinger döneminde, ABD’nin Ortadoğu politikasını ABD’deki Yahudi lobisinin belirlemesi ilkesi benimsenmiştir. 1974 Kıbrıs Harekâtı döneminde de ABD Dışişleri Bakanı olan Kissinger zamanından beri, ABD’nin Ortadoğu’daki rolü İsrail’in menfaatlerini korumaya endekslenmiştir.

         1970’lerden sonra, Türkiye dâhil Ortadoğu ülkelerindeki bütün ABD büyükelçilerini Yahudi lobisi belirlediği gibi, bölge ülkeleri ile ilgili ABD Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları personelini de aynı lobi belirlemiştir. ABD’nin Ortadoğu politikası, İsrail’in varlığını garanti etmeyi ilke edinmiş, bu amaçla da Ortadoğu dengesinde Türkiye İsrail’in yanında konumlandırılmıştı. Türkiye ve İsrail ABD’nin müttefiki ama her türlü üstün teknoloji İsrail’e verilirken Türkiye’ye normal silah sistemleri bile zaman zaman verilmemiştir. 1974 Kıbrıs Harekâtından sonra uzun yıllar Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması gibi…

 

         Ne Değişti de Bağımsız Dış Politika Hamleleri Ortaya Çıktı?

         Türk dış politikasında ortaya çıkan umulmadık başarının arkasında her şeyden önce zihniyet değişimi yatmaktadır. Eski zihniyeti örneklemesi bakımından, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyine üye seçildiği akşam, bir TV kanalında şu ifadeyi kullanan emekli büyükelçinin sözlerine burada yer vermek durumundayım: “Türkiye, BM Güvenlik Konseyi üyesi oldum diye istediği gibi oy kullanırım sanmamalıdır. Orada ABD hangi yönde oy kullanıyorsa, Türkiye’de aynı yönde oy kullanmak durumundadır (Yalım Eralp – CNN-Türk Canlı yayını).

         Güvenlik Konseyi üyesi olduğu dönemde, İran’ın nükleer çalışmaları sebebiyle ABD ile ters düşerek oy kullanan Türkiye, yukarıdaki emekli büyükelçinin söylediğinin tam tersini yapmış ve bağımsız bir irade ortaya koyabilmiştir.

         Bizim Dışişleri eski bürokratlarımızın önemli bir kısmı, ABD ve Batı ülkelerine teslimiyet zihniyetine sahiptiler. Bu durum, onlardan bazılarının bir kısım mahfillere mensup olmalarının bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Ancak, daha çok bir “öğrenilmiş çaresizlik” durumu var gibi görünmektedir. Hani bir hayvanı kafese koyup her çıkma denemesinde elektrikli tel örgüde canının yanmasını sağlayınca, bir süre sonra bu tel örgüyü kaldırdığınız halde çıkma davranışı gösteremez ya, işte bu tür bir öğrenilmiş çaresizlik vardı gibi geliyor. Bu durumun değişmesinde Sayın Başbakan’ın “Karadenizli” cesur duruşunun etkisi olduğu gibi, önemli oranda Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun bilge stratejilerinin ve Dışişleri eski Bakanı Büyükelçi Yaşar Yakış’ın da rolü olmuştur.

         Türkiye’nin bağımsız dış politika uygulayabilmesinde, IMF ile anlaşma imzalamamasının rolü büyüktür. Ülkemizdeki bütün sermaye çevreleri, malum mahfiller ve borç alma uzmanı ekonomistler, hep bir ağızdan IMF ile anlaşma imzalanması gerektiğini aksi halde ülke ekonomisinin krize gireceğini söylerken, görüşmeleri uzatıp anlaşma imzalamayan irade çok stratejik bir başarının ortaya çıkmasında temel teşkil etmiştir.

         Zihniyet değişimi ve IMF ile anlaşma imzalanmamasının yanında, Sayın Başbakan’ın rahle-i tedrisinden geçtiği Mehmet Akif’ler, Necip Fazıl’lar da bu başarının ortaya çıkmasında pay sahibidirler. Arif Nihat Asya’nın dediği gibi; “Delikanlım İşaret Aldığın Gün Atandan, Yürüyeceksin Millet Yürüyecek Ardından” ifadesinde gösterilen işareti verenler, bağımsızlık ruhunu ilmik ilmik işleyen bu şairlerimiz ve isimlerini zikretmekten aciz olduğumuz çok sayıdaki yazarlarımızdır.

         Türkiye gerek ekonomik büyümede gerekse dış politikada kritik eşikleri aşmıştır. Bundan sonra kim iktidara gelirse gelsin, eski teslimiyetçi politikalara geri dönüş olmayacaktır. Ölçü artık yeni bağımsız ekonomi ve dış politikadır; bunu daha ileriye taşıyan başarılı, bir adım gerisinde kalan ise başarısız sayılacaktır.

         Son günlerde, Arap Baharı denilen demokratikleşme hareketlerinden sonra Sayın Başbakan’ın Mısır, Tunus ve Libya ziyaretleri, Türkiye’nin etki alanını genişletmesi bakımından son derecede yararlı olmuştur. Suriye konusunda ABD’nin istediği gibi acul bir yaklaşım değil, basiretli, yumuşak ve istikrarlı bir strateji daha uygundur. Suriye’de iktidarda kim olursa olsun, bizim komşumuz olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu gerçek göz ardı edilmemelidir.

         Türkiye’nin bölgesel güç olarak yaptığı açılımlara, bir “Türk dünyası açılımı” da eklenmelidir. Şu anda dış politikanın bu ayağı eksik gibi görünmektedir. Ancak, Sovyet Hegemonyasından ağzı yanmış olan yeni Türk Cumhuriyetleri’nin, kendilerine “eşit paydaşlar” olarak bakan Türkiye’ye bakış açılarının biraz daha değişmesi ve olumlu yönde gelişmesi gereklidir.

         Türk dünyası ile olan ilişkilerin daha iyiye gitmesi gibi, Ülkemizin yaşamakta olduğu bölücü terör de ekonomik büyümenin belirginleşmesiyle kalıcı olarak çözümlenebilecektir. Fert başına milli gelirin 25.000 doları bulduğu bir ülkede, herkesin kaybedecek bir şeyleri olduğunda, terör ve bölücülük de zeminini kaybedecektir. İş bulup ailesini geçindirme şansı olan çocuğunu kimse dağa göndermeyecek, refahı paylaşan kardeşlik ortamı geliştikçe ayrılıkçılar marjinalleşecektir.

         Irak’taki Suriye’deki Kürtlerin; iş bulmak, çalışmak ve yaşamak için Türkiye’ye girmeye can attıkları bir gelişmişlik düzeyine erişildiğinde, içerideki ayrılıkçının sözünü kimse duymayacaktır. Ekonomide ve dış politikada sağlanan ilerlemeleri alkışlarken, ilerlemenin önündeki en büyük engel olan; iç karışıklık, istikrarsızlık ve terör olayları için de çıkış noktasını işaretlemiş bulunuyoruz. İç sorunlarını halletmiş bir Türkiye, bir yanında Türk Dünyası diğer yanında İslam ülkeleri olmak üzere, tarihin parlak sayfalarına yenilerini ekleyecektir.