12 Eylül’den sanırım kısa bir süre önce Rize’de Bülent Ecevit’in mitingi vardı. Ama bu arada Çayeli içten içe kaynıyordu. Çocuk aklımla dehşetengiz bir şeylerin olacağını seziyordum. 

Çayeli’nde ülkücü bir hava hâkimdi. Ama Rize ile Pazar’da ise komünistler hâkimdi. Pazar’ın ilerisi hele hele Artvin ise, kıpkızıl komünistti zaten. 

Çayeli sokaklarındaki mitinglerde zaman zaman çoluk çocuk bizim de katıldığımız “komünistler Moskova’ya” sloganları atılıyordu. Geçen yıl öğrendim meğer Çayeli Ülkü Ocakları Başkanı o zaman Yaşar Engin, Rize Ülkü Ocakları Başkanı da Ömer Lütfü Mete imiş. Çocuktuk ama milliyetçilik damarlarımızda fokur fokur kaynıyordu. Oturduğumuz binanın girişindeki duvarına MHP mührünü bile kazımıştım. (Yaklaşık 30 sene üstüne baktım, kazıdığım MHP yazısı onca sıvaya ve boyaya rağmen hala duruyordu.) 

Ecevit’in konuşmasına dönelim. Pazar, Ardeşen, Artvin tarafından Rize’deki mitinge katılanlar Çayeli’nin ortasından geçmek zorunda idiler. Hemen herkes bekliyordu. Cephaneler de hazırdı; taşlar, sopalar, kuş lastikleri… Ortalık asker kaynıyordu; güneşin altındaki askerlere su servisi yapmak da biz çocuklara düşüyordu. 

Akşama doğru Şairler deresi köprüsü civarında bir hareketlilik ardından dehşet sahneleri başladı. Ben de evin önünde Emniyet’in az ilerisindeki değirmenci dükkânının önündeydim. (Numan Atik’in tarifine göre şimdiki Vestel bayisinin yanı.) 

Komünistlerin konvoyundan Çayeli’ne, Çayeli’nden komünist konvoyuna taş, mermi… yağıyordu. Çayeli’nden sadece ülkücüler değil hacısı, hocası, ev hanımı, komünistlere karşı savaş veriyordu. Değirmenci hacı dayıyı hatırlıyorum, kükremiş aslan gibiydi. Komşu ev hanımı balkonundaki sobayı bile komünistlere fırlatmıştı. Çoluk çocuk olarak biz de katılmıştık vatan müdafaasına. Elime geçirdiğim bir taşla konvoydaki bir arabanın zaten kırılmış camının kalan parçalarını indirmeye çalışmıştım. 

12 Eylül öncesinde sadece Çayeli’nde değil, Türkiye’de hâkim olan iletişim biçimi böyle taşlama üzerine kuruluydu malum. 

Çeyrek yüzyıl sonra tekrar Çayeli’ne gittim. Eski Camii’nin karşısında Dursun Amca’nın çay ocağında farklı siyasi görüşteki insanlar arasında espri yüklü atışmalar ve sataşmalar vardı artık. Taşlar ve silahlar ortalıkta yoktu. Dostum Numan Atik’in rehberliğinde katıldığım harika siyasi ve dini tartışmalar oldu burada. Dursun Amca’nın herhalde tartışma tatlı olsun diye ikram ettiği kuru üzüm ve fındığın da katkısını zikretmek lazım. Çayeli’nde her siyasi görüş artık rahat bir şekilde özeleştiri de yapabiliyor. Sadece siyaset mi? Dinle ilgili tartışmalar da son derece olgun? Yusuf Ziya Suiçmez, İbrahim Genç, Ali Rıza Şişman, Muhammet Atik ve diğer hocaların muhabbeti harikaydı. Eskiden aforoz sebebi olan marjinal fikirler şimdi sağduyu ile tartışılıyor. Klasik mollalar gitmiş, her türlü fikri açık yüreklilikle tartışabilen bir diyanet kadrosu gelmiş. 

İletişim sadece Çayeli’nde mi değişti? Aslında yeni Türkiye’de giderek hâkim olan manzara bu. 

Taşlar ve silahlar darbe için harika bahanelerdi. Ama artık, politik tartışmalarına bile espri yükleyen bir yurttaş profili var. Ve artık postmodern darbeye bile tahammülleri yok. 

İletişimde çok mesafe aldık 12 Eylül öncesinden bu yana. Artık taşlar ve silahlarla değil sözlerle konuşuyoruz. Konuşuyoruz ama hala bazı sorunlarımız var. 

Örneğin konuşuyoruz ama pek dinlemiyoruz, dinler gibi görünüyorsak da anlamak için bir çaba göstermiyoruz. Konuşurken susuyorsak, muhatabımızı anlamak için değil yargılamak için susuyoruz. 

Yöneten Demokrasinin Yolu Sivil Toplumun Örgütlenmesinden Geçiyor” başlıklı yazımda değinmiştim: Daha fazla demokrasi ve daha fazla hukuk için sivil toplumun örgütlenmesi şart. Bu şartın bir gereği var: “İletişim” Belki “sahici iletişim” demek daha doğru. 

İletişimde, mesaj iletme kadar mesaj almak da vardır. Adı üzerinde iletişim yani karşılıklı bir iletme söz konusu. 

Buna karşılık biz de iletişim, daha çok tek taraflı mesaj iletme biçiminde algılanmakta. Hâlbuki tek yönlü mesaj iletme, propagandadır. Eğer karşınızdaki insanlar “saftirik” ya da sizin görüşlerinize “teşne” ise sorun yok, propaganda yoluyla beyin de yıkayabilirsiniz. 

İletişimde karşılıklı mesaj iletme olduğunu söyledik. Aslında bu da eksik bir tanım. Mesaj almak, mesaj vermek tamam da mesajlarımızı karşılıklı olarak dosdoğru biçimde algılıyor muyuz?  Geçen bir dostla hararetli bir tartışma yapıyoruz; tartışmanın sonucunda şaşkınlıkla “yav aslında biz aynı şeyi söylüyormuşuz.” diye tepki vermişti. İletişimde öncelikli borcumuz mesajın içeriğinin ne olduğunu anlamaktır. Ancak içeriği anladıktan sonra mesajı tartışabiliriz.

 

Sahici iletişimi gerçekleştirdik yeter mi? Yetmez elbette. Biz Robinson Croseo değiliz, birlikte yaşadığımız problemleri ancak birlikte çözebiliriz. Öyleyse örgütlenme şart. Örgütlenmenin raconuna göre tabi. Örgütlenmenin amacı problemlerimizin çözümüne katkıda bulunmak olmalıdır. Ama ne oluyor, biz probleme takılıp kalıyoruz, çözüme odaklanamıyoruz. Mühim bir sorun. 

Özetlersek, ihtiyacımız olan şeyler

  • Sahici iletişim
  • Örgütlenme
  • Problem çözme 

Öğrenmeyi öğrencilikle sınırlı sayıyoruz genelde. Hâlbuki yaşam boyu öğrenecek çok şeyimiz var. İhtiyacımız olan şeylere sahip olmak istiyorsak yaşam boyu öğrenmeyi ilke edinmemiz gerekecek. Bildiklerimizi yeniden yeniye gözden geçirmemiz gerekecek. Ta ki problemlerimize çözüm üretene dek. Problemler bitecek mi? Asla! Bunun için öğrenmelerimiz de bitmeyecek. Mevlana’nın dediği gibi (A. Kadir, Bugünün Diliyle Mevlana, İst.–2002, s. 134) 

Her gün bir yerden göçmek ne iyi

Her gün bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş

Dünle beraber gitti, cancağızım,

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım. 

Fotoğrafları çeken dostum Numan Atik’e teşekkür ederim.

Editör: HABER MERKEZİ