Yoksulluk; gelir dağılımında “adil  paylaşımın olmadığı ekonomik sistemlerin” sonucu ortaya çıkan bir olgudur.
Onun için bir toplumda “gelir adaleti”sağlanamadıkça, insanlar arasındaki gelir farkı git gide açılmakta ve huzursuzlukla birlikte fakirlikte artmaktadır.
Her ne kadar göreceli olarak ülkemizin ekonomisi zamanla büyümüşse de “gelir dağılımı ve eşitsizlikler”sorun olma niteliğini korumaktadır.
Adil olmayan gelir dağılımı “toplumsal huzursuzluğunda” kaynağını oluşturmaktadır.
Türkiye, adil olmayan gelir dağılımı sorununu bir türlü halledemeyen bir ülkedir maalesef.
İşin üzüntü veren tarafı ise, eşit ve adil dağıtım konusunda bir türlü adım atılmıyor ve çözüm yolları aranmıyor olmasıdır! 
Türkiye’de gelir adaletsizliğini giderme ve ihtiyaç sahiplerine sosyal yardım sağlama mekanizması bir sistem dâhilinde yapılmamakta ve milyonlarca insan “fakr-u zaruret”içinde hayatlarını idame ettirmeye çabalamaktadırlar.

Türkiye’de siyasî iktidarların tarih içerisinde gelir dağılımında adaleti sağlama ve yoksullukla mücadele amacıyla uyguladıkları sosyal politikalara yeterince ağırlık vermediklerini bire bir gözlemlemekteyiz. 
Özellikle pandemi ile birlikte hissetmeye başladığımız ekonomik krizin etkilerini ve ülkemizdeki yansımalarının “gelir eşitsizliği ve yoksulluk” açısından zirve yaptığı bir süreci yaşamaktayız.

Ülkemizde gelir dağılımının yansımalarını, birçoğumuzun unuttuğu “kuyruklar” vasıtasıyla yeniden hatırlamaya başladık!
Unuttuğu diyorum, çünkü bizim kuşak çocukluğunda “yağ, şeker ve benzin” kuyruğunu gördü bu ülkede. 
Bugün “unuttuğumuz kuyruklarla” yeniden tanıştık derken kastım buydu. 
Gün geçmiyor ki, bu kuyruklara yenisi eklenmesin.
Önce ekmek kuyruğuna şahit olmuştuk.
Şimdilerde, patates-soğan, şeker, yağ ve en sonunda da et kuyrukları hayatımıza girdi!

Günlerce, aylarca ve yıllarca “ekonomik reform paketi hazırlayanlar” bu kuyruklara çare olamadığı gibi, sanki bu gelir adaletsizliğinden ve kuyruklardan sorumlu değillermiş gibi çok rahat ta konuşabiliyorlar! 
Öyle ki; bir kamu kurumunun başında bulunan bir kişi, “kuyruklar çok uzadığı için zam yaptık” pişkinliğini gösterebilmektedir.
Bir başkası ise; “Türk Lirası geldiği noktadan daha kötü duruma düşemez” anlamına gelecek cümle kurabilmektedir.
Biliyorsunuz daha önce de bir başkası; “…siz maaşınızı dolarla mı alıyorsunuz? Doların yükselmesi bizi etkilemez” deme cahilliğini gösterebilmişti milletin gözünün içine baka baka! 

Üretmeden tüketen toplumların, bir de kötü yönetilen bir ekonomik modeli varsa, kaçınılmaz olarak “darboğaza” gireceğini bilmek için ekonomi profesörü olmamıza gerek yoktur.
Hele ekonomi ile ilgili alanlarını “liyakatsiz insanların yönettiği” bir ülkede “kuyrukların” olması kadar normal ne olabilir ki!
Bugün uygulanan ekonomik modelde “zengin daha zengin, fakir daha fakir” olmakta ve doğal olarak “fakirler kuyruk çilesi” çekmektedirler.
Özellikle bu iktidarın uzun zamandır uyguladığı; ürettirmeyen, ama ölmeyecek kadar “kamu yardımı” ile insanların yaşamasını sağlamak anlayışı, bugün iflas etmiştir!
Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra, iktidar partisinin ileri gelen bir yetkilisi olup bitenlerden kendileri sorumlu değilmiş gibi; “…hazırlıklarımızı tamamlamamız 19 yıl sürdü, asıl şimdi başlıyoruz” pespayeliğini de gösterebilmiştir.

Pekâlâ, “çözüm nedir?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim!
Çözümü bir makalem de daha önce yazmıştım. 
İktidar Türk insanını üretime yönlendirmeli, tarım ve hayvancılık konusunda yardım etmelidir. Ve çok önemli gördüğüm “köy okullarını” yeniden açarak insanların köylerine dönmeleri teşvik etmelidir.

Daha önce yazmıştım dediğim makalemin, kuyrukları nasıl bitireceğimizin formülünü ifade ettiğim o bölümünde demiştim ki; 
Ben köyde doğdu büyüdüm.
Benim çocukluğumda, Mart-Nısan ayı ile birlikte tarlalarımız sürülürdü.
Sebze ve meyvelerimiz ekilen bu tarlalarımızda üretilir, kış için “fasulye turşusu, pazı turşusu” özel küplere konur saklanırdı.
Bahçelerimizdeki meyveler kış için toplanır “ambarlarda” saklanırdı.
Yazın ekilen “lahana fideleri” kışın karın altından çıkartılarak yenirdi.
Ekilen mısırlar kurutulur “su değirmeninde öğütülür”, kabaklar saklanır, kestaneler ve mısırlar kurutulur kışın tüketilirdi.

Meşelerimiz vardı.
Bu meşelerde “kara kovan petekleri” yetiştirilir ve peteklerin sağım zamanı geldi mi; “bal kadılarımız” ağzına kadar bal dolardı.

Yaylalarımız vardı.
Bugün kaderine terk ettiğimiz yaylalarımızda yaklaşık altı ay yaylacılık yapılırdı.
Bahar aylarıyla birlikte “yaylalara göç eder” hayvancılık yapardık.
Peynirimiz, yağımız, mincimiz (çökelek) bu muhteşem yaylalarda üretilir, köye getirilerek “kadılara” konulurdu kışın tüketmek için.
Her yıl yeni buzağılar katılırdı yaylaya gidecek inek sürülerine.
Yaşlanan ve ya verimsiz süt almaya başladığımız inekler kesilir, teneke teneke kavurmamız olurdu.
Herhangi bir makineye dayanmadan köylerde sabırla üretilen her ne ürün varsa büyük bir emeğe dayanırdı ve onun için her şey çok değerliydi.

Demem o ki; köylerimiz bir zamanlar bize çok ama çok cömert davranıyordu.
Çünkü üretiyorduk.
Bu yüzden, yediriyor, içiriyor ve bütün bunların yanında bize hayata dair çok şey öğretiyordu.
Şimdi ne oldu bu mübarek ve verimli Anadolu topraklarına?
Yoksa bizi “besleyemeyecek kadar çoraklaştı da” haberimiz mi olmadı!
Şunu inanarak söylüyorum.
Bütün kabahat, on yıllardır gelişigüzel köylerin boşalmasına sebep olan devlette ve buna rıza göstererek ayak uyduran biz ve bizden önceki kuşaklardadır!
Devlet üreteninin yanında olacak ki; tarımsal ve hayvansal ürünlerimiz Anadolu’nun köylerinde tarlalarında, yaylalarında üretilmeye devam etsin, dışa bağımlı olmayalım ve ömrümüz “yağ, ekmek, et ve benzin” gibi temel ihtiyaç malzemelerinin kuyruklarında geçmesin! 

Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun.