Hepimiz büyürken az çok Masallardan, Efsanelerden, Ağıtlardan veya tasavvufi hikayelerden etkilenmişizdir değil mi.!? Bende bunlardan biri olarak, okuma yazmayı öğrendiğim günden beridir,  Dünya veya Türk edebiyat’ının seçme okumalarıyla, ergenliğimi geçirdim. En güzel aşk hikâyelerini Dedekorkut’ta buldum, özellikle “Deli Dumrul” belki de aşkın gerçeğini arayışa sürükleyen ilk düşünce kancasını, bilincime atmıştı ama bu hikâyede sadece aşk değil, çok farklı anlamlar ve yaşamın gerçek derinliği de gizlenerek yaşamıma yön vermişti…

Derken, tasavvuf bahçesine girdim, yaşamda sadece insan aşkı sevgisi değil, Allah, insan, hayvan, bitki kısacası doğa sevgisini, aralarındaki bağları ve ilişki dengesinin varlığını keşfettim. Tasavvuf’ta (ve doğal olarak inancımız da) öncelikle Allah’la kul ( tüm yaratılmışlar da dahil) ve, ikincil insanla insan arası ilişkileri ve aralarındaki adalet sistemi ve en son insan ve canlılar arası durumlar (doğa ve tabiat olayları dahil)  irdelenir. Özellikle, doğayla insan, doğayla canlılar arasındaki ilişkileri anlatan kıssalar benim için değerliydi. Ve bu hikâyecikler, öncelikle anlamak sistemine dayalıydı ve içeriğinde baskın şekil de sizi düşünceye sürükleyen öğeleri çok rahat  fark edebiliyordunuz.

Gerek tasavvuf olsun gerek eski Türk öğretileri ( ki bana göre burada da tasavvufun yansımaları vardır bilinçli veya bilinçsiz) etkisini gösterir  hayatımızda ve ben bunların içinden ders aldığım, çok etkilendiğim bir tanesini sizinle paylaşmak istiyorum.

Derviş, ormanda dolaşmaktadır ve bir karınca sürüsünün üzerine basar, yavru karıncanın ayağını incitir. Anne karınca, dönemin kadısına gider ve dervişi şikâyet eder: “ derviş yoldan geçerken, yavrumun ayağına bastı ve kırdı, cezalandırılmasını istiyorum” der. Kadı’da:  ”dervişi bulun getirin, kısasa kısas yapacağım” deyince anne karınca, kadı’ya “yok öyle bir ceza intikam olur ve istediğim etkiyi vermez ben istiyorum ki, öyle bir ceza verelim ki aleme ibret olsun ve bir daha böyle bir şey olmasın.”, ve önerisini söyler, “ bilirsiniz, dervişi derviş yapan, hırkasıdır, herkes bilir ki derviş hırkasız dolaşamaz ve üzerinden hırkası alınan derviş artık derviş olamaz, sıradanlaşır ve hırkasına hürmeten herkes saygıyla kenara çekilerek ona zarar gelmesinin önüne geçerken;  hırkası olmayan dervişte sıradan insan muamelesi görür ve itilip kakılarak hırpalanır, hırkasının hakkını vermeyen dervişin hak ettiği muamele budur, bende sizden bunu isterim.” Kadı, anne karınca’nın istediğini yapar ve dervişin hırkasını alır üzerinden…

Bunun gerçek olduğunu düşündüm, biz böyle bir kültürden geliyoruz, adalet sadece insanlar arasında mı.!? Hayır değil tabi ki ama bu zamanda, insan, sadece yeryüzünün halifesi değil,  sömüreni konumun da  hareket ediyor, yeryüzünün emanetçisi değil, yakıp yıkıcısı, hor göreni oluyor.

Bu arayış geçmişe özlem mi..? Hayır, değil bence, bu, tekrar dünya üzerindeki  adalet kavramını sorgulamak ve yeni bir bakış açısı yakalamaya çalışmak. Komik ama gerçek, size de yeryüzündeki tüm dervişlerin hırkası alınmış gibi gelmiyor mu? Evet, hırkalar alınmış, neden olduğu belli, yürümesini, bakmasını, görmesini, anlamasını en kötüsü de sanki sevmesini unutmuşuz… Kırıyoruz, döküyoruz, incitiyoruz yaşamları…

Ama durmadan da beylik laflar ediyor, doğayı ekolojik dengeyi savunup hiç taviz vermiyoruz. Oysa bakın, yolunmuş dağlar, korkan hayvanlar, kaçan kuşlar. Ve birde, derviş yürekli anne karıncalar…

Belki bütün mesele budur, karıncaların ahı tuttu, tüm dervişlerin hırkası alındı. Veya dervişler, dervişliklerini unuttu… Yoksa zalim dolar mıydı dünya.!?

Kalkın da, hırkalarınızı giyin dervişler…