Ülkemizde davalar meşhurdur. Tepeden tırnağa her tarafımız aslında davalarla doludur. Bir keresinde memleketimde adliyedeki bir davaya izleyici olarak katılmıştım. Onun konusu da hayli ilginçti; sıcak yaz gününde komşusu tarafından tarlasından geçen su borusunun orakla kesilip oradan da su içilmesi…

Kim bilir daha ne ilginç davalar da var: şalvar davası gibi…

Gelelim AK Parti’nin içinde yer aldığı kapatma davasına. Bu dava aslında iddiaları ve bunların kaynakları bakımıyla, savunması ve üslubuyla hiç de gündelik hayatın içinde yer alan mizah unsuru bol davalardan farklı değildir. Ama biz konuyu ciddi ele alalım, ortada hassas bir durum var.

Soru şu: AK Parti kapatılacak mı?

Cevap: Hayır.

Bu kadar emin nasıl söylüyorsunuz diyeceksiniz. Yoksa bir şeyler mi biliyorsun? Hayır. Medyada yer alan bütün malumatların ötesinde kimse kulağıma bir şeyler fısıldamadı. Zaten bu malumatlarla da doğru düşünmek ne kadar gerçektir onu da bilemem.

Bu cevabı bende oluşturan ana düşünce, koca bir Avrupa ve Türkiye siyasi tarihini aynı anda düşünüp değerlendirmemden geliyor. Her değerlendirme doğru olmayabilir. Bunun farkındayım. Bu kadar kesin konuştuktan sonra bir de parti kapanırsa -Bak sen yanlış düşünmüştün- eleştirilerine de hazır olmak gerekir.

Ortaya bir düşünce attık, öyleyse başlayalım altını doldurmaya.

Öncelikle ülkemiz “Cumhuriyet” rejimi ile yönetilmektedir bilgisini bir yanımıza alalım. Her ne kadar cumhuriyetin Avrupa ülkeleri de olmak üzere farklı uygulamaları olsa da halkın egemenliği esastır.

Halk, bir devlet sınırları içinde vatandaşlık hakkını elde etmiş bireylerin farklı ve birleşik kimliklerinin toplamıdır. Demokrasi halkın devlet içindeki varlığının teminatıdır. Özgürlük de demokrasinin hırsızlara karşı yağmalanmaması için bekçidir.

Şimdi elimizde; devlet, halk, cumhuriyet ve demokrasi kavramları var. Hepsinin son mimarı Fransız Devrimidir (bu kavramalar dinlerde ve değişik zamanlardaki yönetim şekillerinde yer almaktadır). Özellikle Fransız devriminden sonra ki süreçlerin demokrasinin halka nüfuz etme teşebbüslerini iyi kavrayabilirsek bizim ülkemizdeki güncel ve hafızalarda kalmış olayları daha doğru anlayabiliriz.

1789’da gelişen Fransız devriminin baş aktörü Fransız halkı idi. Görünürde kiliseye yani dini yönetim anlayışına, derinlerde ise kilisenin Tanrı’nın onlara vermiş olduğu yönetim işlevini kişisel ve menfi kullanımına yani halkı unutmasına karşı yapılmış bir ayaklanmaydı bu. Bu anlayış asıl “Laiklik” fikrinin doğuşunu ortaya koymaktadır.

O zamanki devlet yönetiminin halka zulmetmesi bir bakıma zulümlerin def edilmesi için yöneticilerin bertaraf edilmesini gerektirmekteydi. Ama laik bir yönetim anlayışına geçen Fransa’da halkın din ile olan irtibatı gelenekten gelen kurumlar yoluyla devam ettirilmiştir.

Fransa tam anlamıyla demokrasiye 1905 yılında geçmiştir ve 2005 yılında Fransız demokrasisinin yüzüncü yılı kutlama etkinlikleri düzenlenmiştir. Tam anlamıyla demokrasiye geçme süresi yaklaşık 115 yıl süren Fransa bu süre zarfında beş defa demokrasiyi askıya almıştır.

Bu tarih sayfaları içinden çıkıp gelelim ülkemize.

Osmanlının zor günleri, Abdülhamit Han’ın iç ve dış bölücülerle mücadelesi, İttihat ve Terakki’nin darbe hevesleri, aydınlar sınıfının Batı’nın hevesleri peşinde koşması (1900’lü yılların başında Japonya Batı’daki gelişmeleri anlamak için 2 yıllığına 45 kişilik bir heyeti ABD ve Avrupa’ya yollamış ve teknik bilgileri 2500 sayfa raporla elde ederken bizim aydınlarımız o yıllarda Fransa Özgürlük Heykeline methiyeler düzmekle meşguldür), bir yandan savaşlar, bir yandan fakirlik diğer tarafta toprakların kaybedilmesi ve nihayetinde İttihatçıların zaferi ve dünya savaşına giriş…

Aslında daha çok şey var ama bunlar yeterli. Oldukça birbirine geçmiş birçok olayın etkisiyle yeniden bağımsızlığını elde etmiş Türkiye Devleti. Osmanlının mirasları arasında yer alan bütün bu kavgalardan kurtulmak için kökten değiştirilmiş bir yönetim şekli. Cumhuriyet…

Devamında laiklik ve demokrasi…

Tabi bütün bunlar tepeden inme. Tepeden inme olduğu içinde her birinin halk içinde hayat bulması zamana ve sabra bağlı.

Kimi hallerde özgürlükçü düşüncelerle kimi hallerde baskı yoluyla, yeni kurulan bu devletin yönetim şekli modern Avrupa yönetim şekilleri ile eşit hale getirilmektedir. Asıl amaç, halkın daha özgür olmasıdır (yoksa demokrasi ne işe yarar).

Şimdi şunu bilmek gerekir. Türkiye Cumhuriyeti, belli bir çevre içinde inşa edilmiş ve oradan da Anadolu’ya yayılmış bir anlayış ile şekillenmiştir. Bu anlayışın halkın her kesimine ulaşması ve kabul görmesi ve yaşanır olması cumhuriyetin sağlıklı işleyişi ile yakından ilgilidir.

Fakat ilginç olan demokrasiyi halka yaymayı düstur edinen mekanizma bundan zaman zaman rahatsız olmuştur. Zira demokrasinin halka yayılması, halkın belli kalıplardan sıyrılıp ekonomik ve ideolojik olarak üretken hale geçmesi bu sistemin teminatçısı olan kurumlarda yer alan bireyleri (zihniyetleri) rahatsız etmiştir. Bu rahatsızlık, birçok siyasi iktidara kendini açıkça göstermiştir.

Çünkü bu rahatsızlığın sebebi, rejimin değil aksine, asıl şimdi rejimin önünde hantallaşmış kalan bu kurumların iç işleyiş yapısında yer alan bireylerin (zihniyetleri) meşruiyetlerinin tehlikeye girmesidir.

Bu bakımdan Türk Halkını modernleştireceğim diye iddia edenlerin bu işlevden yoksun kalmaları ellerinde bulunan devlet otoritesini kimi hallerde hukuk dışı antidemokratik uygulamalar yoluyla kendilerini (daha ulvi bir anlayışla devletin varlığı, rejimin sağlığı fikrini) yaşatmaya çalışmışlardır.

Aslında yakın tarihimiz içinde yer alan darbeler ve muhtıralar ya da sivil kaynaklı hareketlikler demokrasimizin zayıflamasına veya geri gitmesine sebep olmamış bilakis demokrasimizin ülkemiz tabanına yayılmasını hızlandırmış ve böylece de halkı modernleştirmeyi vaat eden devletin, bir yandan hantal kalmasını engelleyerek devleti de bu süreçte modernleşmeye sevk etmiştir.

1960’tan günümüze özellikle demokrasi ülkemizde yerleşmek için oldukça çalkantılar yaşattı bize. Bunun neticesinde de yeni anayasal düzenlemeler ile birlikte AB ile uyum için dahi birçok kanun değişikliği gündeme geldi. Aslında bunlar AB için verilmiş taviz değil aksine halkımızın kazanımlarını meşru yoldan edinebilmesi için gerekli olan düzenlemelerdir.

Yani özgürlük, önce birtakım şeyler bize zarar verir kaygısıyla sınırlama ve yasaklarla elde edilmez. Özgürlük tam bir özgürlük içinde ortaya çıkar. Ha bundan sonra ise kaygı şudur; tam bir özgürlük alanı bizim inancımıza aykırı olabilir, ekonomik kazanımlarımızı elimizden alabilir veya iktidar unsurlarımız ile yönetim şeklimizi tehlikeye sokabilir endişesidir.

Ama bu endişeler sadece tek bir elde toplanmış değil. Devleti ve topumu meydana getiren bütün alt guruplarda ve mekanizmalarda bu ortak endişeler mevcut olduğundan bir türlü özgürlükler yaşan(a)mamaktadır. Kısacası herkes sütündeki kaymağı kaptırmamanın derdindedir.

Bugünlerde ise AK Parti ile başlayan yeni Türk Modern anlayışı milletimizin birçok konuya vakıf olmasına imkân hazırlamıştır.

Ak Parti için bazı eleştiriler yapılabilir yâda kapatma davası çok da önemsenmeyebilir. Ama asıl şunun görülmesi gerekmektedir. Bu kapatma davası bir siyasi partinin varlığıyla ilgili değildir. Sorun Türk demokrasisinin gelişimiyle ilgilidir.

Sorun devlet mekanizmasının paslardan, kumlardan ve kirlerden arınması ve artık demokratik yönetim anlayışının devletin iç unsurları arasında da görülmesidir. Yani artık devlet halkına demokratik yaşayacaksın tembihini verirken halkın da devletine sen de demokratik yaşayacaksın tembihini yapabilme mücadelesidir.

Bu bakımdan kuruluş amacına uygun olarak Cumhuriyetimizin varlığını devam ettirmesi için halk tabanında meydana gelen modernleşmenin karşıtında devletin de bu modernleşmeyi takip etmesi bu son dönem kapatma davasında yeniden ortaya çıkmıştır.

Bir zamanların Türkiye’sinde halkın modernleşmeye henüz ayak uyduramadığı ve demokrasiyi içine henüz sindirmeye dahi başlamadığı dönemlerde devlet mekanizmalarının demokratik olmayan ama devlet için koruyucu olan unsurları yerine getirmesi çok da sıkıntı değildi (zaten bunun demokrasinin gelişimi için önemli bir etken olduğunu belirttim).

Ama bugün halkımızın şehirlerden köylere kadar artık modernliği içine hazmedebilecek bir noktada olduğu malumdur. Şimdi sıra devlet mekanizmalarının da bunu görmesindedir. Bu bakımdan devletin kendi varlığını devam ettirmesi ve cumhuriyet rejimi ile Osmanlı’dan sonra dünya sahnesine yeniden ve farklı bir kimlikle çıkması hasebiyle AK Parti’nin kapatılması ile ilgili davanın direk AK Parti ile ilgili olmadığını belirtiyorum.

Onun için AK Parti kapatılmayacak diyorum.

Yoksa birileri gibi, ergenekona operasyon yapıldı birilerine göz dağı verildi, rest çekildi…vs. Bu malumatlar ile misket oynamıyoruz.

Görüşmek üzere…