Hasretin kol gezdiği zamanlardır, gurbetin yaşandığı diyarlarda. Mesafe değil, yürektir önemli olan, çünkü biliriz ki bazen en yakınımızdakine bile özlem duyarız… En uzaktaki veya en yakındaki.!? Duygularımız, donanımı en yüksek sınırın da  saldırır bize ve biliriz ki gurbet ruhumuzda başlar her şeyden önce.  Belki bir kelimelik, nefeslik mesafede veya kilometrelerin sayaçlarında. Aslında, hasretin adı da önemli değildir, bir cisme, bir isme, havya, suya, bir insana, bir sana veya bana. Zaman zaman depreşir, giderilirse sakinler belki biraz, doyurulmadığı yerde bu duygu bazen şevk olur bazense keder…

Bu hasretlerden biride en kuşkusuz vatan için olandır. Vatan ki sade yurt dışı falan da değil hani; gurbetçi dediğimiz, yurt içi göç diye bağrımızı yakan, bebeleri babasız, anaları eşsiz koyan, gözleri yol yol çektiren, ağıt yaktıran iç gurbetler. Şimdi yaz geldi, baba veya dedelerinin gurbetçilik zihniyetiyle doğruluğu toplum, akın akın tatillerde köylerinin yolunu tutmuş. Bir kuruş ekmek için el kapılarında, imalathaneler de, işçi evlerinde  geleceğine ekmek arayan bu insanlar,  geriye bıraktıkları evlatlarının bağrına nakış nakış işlemiş bu ayrılıkçı duyguyu. Hem kendilerinin yokluğuyla besleyerek  gizli sıkıntıları işlemiş hem de karın doyurmak adına, belki de kendilerine daha güzel getirisi olacak bir beldenin kaynaklarına sırt dönmüşler. Bilinmez, bu cahillik midir, bir akım mıdır. Ama düşündüren bir kavram olmuştur hep beni, siz buna nasıl bakıyorsunuz bilemem.!?

Şimdiler de, geçmişin acısını çıkarırcasına köye yatırım yapma yarışı var buda peşin peşin başka sorunlara davetiye çıkarıyor. Fark etmişsinizdir, haksız rekabetçi ortam, kaynakları bilinçsizce tüketme, çarpık  yapılaşma ve turizm gelişimi. Evet, al sana bir sorun bir sorun daha. Belki de geçmiş hıncını çıkartıyor, ayrılıklarını, özlemlerini, acılarını, yaralarını sarmak istiyor böyle ama ne derece doğru ve nereye kadar. Sanki şey gibi, dişiniz ağrıdığın da dişçiye gidecek yerde, veterinere gitmek gibi, anlayın  işte. Kendimize verdiğimiz değerle mi alakalı acaba, kendimize de bu kadar hoyrat mı davranıyoruz…?  Gurbetçiliğin getirdiği veya gerektirdiği hırçınlık yaşamımıza sanki böyle bir şiddet ve kabalık sokmuş…

Ve biz, ataları gurbetçi ama yüreği katılaşmış insanlar olmuşuz gibi gibi… Geçmişin masum yüzünü, bin bir hasretle köyüne koşan ve bir şeyler yapmak isteyen içi sevgiyle coşkun taşkın, dolu dolu yüreklerin ateşini söndüren bu çarpıklığı görebiliyor muyuz?  Birçok arkadaşım, yaz geldiğinde yaylasına, atasına, bağına bahçesine, sevdalısına, dağına, taşına ve daha saymakla bitiremeyeceğim özlemlerine koşarken bunları düşünür mü? Belki, bakmalı biraz, bakmalı ve görmeli. Gurbetçilik, sadece, para kazanılan, kazandığıyla yaz tatilinde, bir hafta-on güne veya bir aya sığdırılan bir yük gibi, törensel bir ifade mi yoksa…?  Ya da, belki de artık hiç olmayan, yama gibi hayatımızda yapışık ve atalarımızdan bize miras kalan bir bir ibadet şekli mi. Hani vardır ya, ibadet diye uyduruk uyduruk yaşadığımız  bidatler gibi. Yok, bizler bidatleri, hurafeleri yaşam şekline getirmişiz zaten, atamadığımız alışkanlıklarımız, kemikleşmiş .!?

İçsel namaz kılmayı, oruç tutmayı, sevginin yaşamın gerçeğini sığlaştırmışız ya, bunu gurbetçiliğe de bulaştırmışız. Kendi köyümüze el olmuşuz, yad olmuşuz. Sadece, yaz geldiğinde, son teknoloji harikası kameramızla, PC’mizle, dijital fotoğraf makinemizle yayla yayla, köy köy dolaşıp kameramıza kayıt, fotoğrafımıza resim, PC’mize anı yazmışız… Ve en baba dağcılık kıyafetlerimizi giymişiz sırtımıza, en son tırmanma ekipmanıyla dağlarımıza demir atmışız. Ama ne hala yaylalarda yayık yapan anaya yardım etmişiz, ne peynir yapmışız, ne puğar’dan su getirmişiz, ne inek sağmışız, ne kokulu peynirden yiyip kokmayı göze almışız, ozonu delen deodorantın kaliteli kokusu, kokmuş minci’nin kokusundan daha kıymetli olmuş. Dedim ya, teknoloji gurbetçisi olmuşuz veya ne olduğumuzu bilemez olmuşuz…

Yaşadığımız nedir diye sormuyoruz kendimize. Sormayı da unutmuşuz, çünkü bizim düşüncelerimizi dolduran daha sığ şeyler var hayatımızda. Gurbetçilik neydi, ne oldu diye sormak. Gideyim bir lokma ekmek kazanayım, köyüme bir çivide ben çakayım diyen zihniyeti dejenere eden nedir diye düşünmek eskilerde kaldı. Oysa şimdi, çakılan o çivilerin zihninde bile, çekice vuran zihniyetin çıkarcı ve yozlaştırıcı eli var. Ne diyelim, neydik ne olduk, ne olacağız.!?