“Naliya/Nalia(Serender), ambar” ismini verdiğimiz ve genellikle Orta ve Doğu Karadeniz bölgesine özgü, kırsal bölgelerde görülen ve “kiler” olarak kullanılan mimari yapılarımız vardır. Vermiş olduğum her üç isimdeki yapıların arasında fazla fark yoktur ve değişik isimlerle anılsalar da aynı amaca yönelik yapılmış yapılardır.
Bu yapılar, çoğu zaman dört direk üzerine oturtulmuş oda büyüklüğünde olan ahşap yapılardır. Ortak özellikleri hepsinin de evin dışında bulunmalarıdır.
Yerden yüksekliği yaklaşık 6-8 metredir ve genellikle kare şeklinde tasarlanmış olan bu yapıların Karadeniz’de asırlardır kullanıldığı bilinmektedir. 
Yapımında ahşap dışında herhangi bir malzeme kullanılmamaktadır. Yapının üstü sac veya çam ağacından çıkartılan "hartuma" adı verilen yassı olarak yontulmuş ya da kesilmiş tahtalarla örtülür. 
Bu yapıların yan taraflarında 20–30 cm. boyunda, bir buçuk iki santim genişliğinde ızgaralar bulunur. Izgaralar yapının içerisine “hava döngüsü” oluşturarak burada saklanan yiyeceklerin bozulmasını önler.

Çayeli Senoz Vadisindeki köylerimizde de evin dışında “naliya-ambar” ismini verdiğimiz yiyeceklerin saklandığı ahşaptan yapılmış özel yapılar bol miktarda vardır.
Özel mimarisi olan ahşaptan yapılan bu yapıların ince ahşap işçiliğinin güzel örnekleri ilk bakışta göze çarpar. 
En güzel örneklerinden olanların bir kısmı günümüzde Senoz Vadisinin birçok köyünde hala dimdik ayakta durmaktadır.
Mesela Uzundere Köyüne uğradığım zaman “Miktadın evine” ait olan “Naliya’yı” yakından incelerim. Değişik ve çok hoş bir mimarı üslupla yapılan bu naliya hem güzel duygular hem de çok güzelde resim verir insana. Bahsi geçen yapı neredeyse üç katlıdır. Keza her memlekete gittiğimde Ormancık, Yenice, Yeşiltepe, Çataldere, Çukurluhoca, Seslidere ve Başköy Köyünde de “Naliya’ların” çok güzel örneklerini yakından görüp incelerim.

Yaz aylarında üretilen “yiyeceklerin” kış boyunca saklanması için zararlı böcek ve kemirgenlerin ulaşamayacağı tarzda yapılmış olan Naliyaların içinde “orak, tahra, mikap, gelberi, sepet vs” gibi araç ve gereçler içinde yer ayrılmıştır. 
Eski günlerde Senoz Vadisindeki köylüler hayvancılık yapmak için 2 bin metrenin üstünde bulunan yaylalara çıkarlardı. Her yıl yapılan yaylacılık neticesinde elde edilen katıklar için ambarlarda özel yapılan kadılar, kışın tüketilmek üzere “peynir, yağ, minci” ile dolup taşardı. 
Hele arıcılık işi da verimli geçmişse o yaz “bal kadıları da” ağzına kadar bal ile dolu olurdu. Özellikle sonbaharda yetişen armut ve elma çeşitleri, kestane dizimleri de bu ambarlarda saklanırdı. 
Ambarlarda saklanan bir başka şeyde tahıl ürünleriydi. 
Su değirmeninde öğütülmek için kurutulan mısırlar ve çarşıdan alınan buğday unu ve baklagiller ve köylerde yapılan fasulye ve pazı turşuları bu ambarlarda saklanırdı. 
O yıl hasat çok fazla olmuşsa “arap ve kabakların” fazlası da ambara konur saklanırdı.

Bizimde köyde bir ambarımız vardı ve bugün hala ayaktadır. Çocukluğumuzda ambar hemen evin arkasında kurulmuş ve iki katlı olan dörtken bir yapıydı. Ambarın altına Sonbaharda tarlalardan topladığımız fasulye h/ğarçılarının konulduğu genişçe bir alan vardı. Aynı zamanda biz çocuklarında oyun alanının içindeydi bu yer. 
Ambarın üst katına çıkmak için yaklaşık on basamağı olan ahşap bir merdiven yapılmıştı. Eğer sonbahar ya da kış ayı ise ambarın önündeki bahçede ekilen kendir, fasulye gibi bitkiler toplandığı için “orta mahallenin” çocukları için kocaman bir oyun alanına dönüşürdü burası.

Çocukluğumda zihnime kazınan en önemli seslerden bir tanesi de rahmetli Emine (Mineyimiz) Yengemin; “hadi yavrularım bana eşlik edin ambara gidelim biraz katık, birazda meyve alalım”  sesiydi. 
Bu seslenişin biz evin çocuklarındaki karşılığı bugün ki süper marketlere ebeveynleriyle alışverişe giden çocukların asla yaşayamayacakları güzellikteki bir duygunun sesiydi. 
Kapıdan sırayla çıkan biz çocuklar rahmetli “Mineyimizin” peşine takılır, bahçeyi geçerek ambarın merdivenlerine ulaşırdık. İpe dizilir gibi merdivenin basamaklarından çıkar ve ambarın kapısına ulaşırdık. Bugün bile ambarın kapısını büyük anahtarı ile açmak o günleri hatırlattığı için zaman zaman köye gittiğimde yeri değişmiş olsa da ambarın kapısını açıp içine bakmayı çok severim. Ambarın bizim evin insanları için bir başka önemi de işlemeli giriş kapısının hemen üstünde “yedi kuşak” dedelerimizin çıkmayan kırmızı bir boyayla isimlerinin yazılmış olmasıdır.

Kapı açıldıktan sonra içerden dışarıya gelen koku eşliğinde ambarın içine girmek bizim için bulunmaz bir nimetti. Ambarda her şey gözümüzün önündeydi. Üstelik bizi ambara çağıran cömertliği dillere destan bir annemiz vardı yanımızda. Asla hiçbir şey demezdi bize ve biz çocuklar neşe içinde ambarın tam ortasında açılan geniş bir alanın içindeki sonbaharda toplanan tüm meyvelerin saklandığı “meyveliğin” içinde bulurduk kendimizi.
Rahmetli Mineyim peşine getirdiği sahanlara, bal, tereyağı, peynir ve minci koyar, beline doladığı peştemalının içini de “armut ve elmalarla” doldurur sonrada bize seslenirdi ; “ bu kadar yeter hayde eve gidelim.” 
Eve dönüş yolunda merdivenlerden inenimiz çok az olurdu. 
Merdivenden inme yerine yaklaşık iki metre yüksekte olan ambarın orta katından zemine atlardık. Bu yükseklik yaramazlık yapmamız için çok idealdi ve buradan aşağıya sırayla toprağın üstüne atlamak çocuk oyuncağıydı. Tabii zaman zaman dizlerimizin üstüne düştüğümüz ve yüzümüzün gözümüzün çamura bulandığı da olmuyor değil.

Şunu da yeri geldiği için söylemeliyim. 
Bugün şehirlerde ki süper marketlerde bin bir çeşit yiyecek, içecek ve giyecek çeşitliliğinin hiç birisi “ambar marketin” güzelliğini yaşayan bizler için çok bir şey ifade etmemektedir! 
Çocukluğumuzda ambarın içinde ciğerlerimize kadar çektiğimiz “küflü peynirin kokusunun” bize verdiği mutluluğu bugün süper marketlerin raflarındaki süslü ambalajlı ve katkı maddeli hiçbir yiyecek vermemektedir.

Görüşmek üzere; Allah’a emanet olun…