Yeni Anayasa açılımı, Alevi açılımı, Kıbrıs açılımı, Ermeni açılımı derken Kürt açılımını da gördük. Bundan sonra da yeni açılımlar görürsek hiç şaşırmayacağız.

İyi tarafından bakmak gerekirse ülkemizin kemikleşmiş sorunları karşısında bilindik usulleri bir kenara iterek yeni metotlarla çözüm yolları arayan bir iradeyle en azından karşı karşıyayız. Bu irade kendini siyasette farklı açılım hamleleriyle  ortaya koymaya çalışıyor. Hamlenin varlığı dinamizm ve canlılığa işaret. Belki bu sebepten son zamanlarda “açılım” kavramı pek revaçta. Bilindik ezberin dışında farklı bir şey yapamaya çalışanlara izafe edilen bu kavram seveni de sevmeyeni de hayli fazla olan bir kavram. Her açılımda bunlar etrafında koparılan fırtınadan bunu anlamak hiç de zor değil.

Gündemdeki son açılım olan Kürt açılımının da amacı sahipleri tarafından terör sorununu bitirerek bölgeye güven ve istikrarı egemen kılmak olduğu yazılı ve görsel basında açıklandı. Bu açılımla devlet-millet kaynaşması yönünde mühim bir adım atılmış olacak ve güvenliğe ayrılan mali kaynaklar kalkınmaya ayrılarak Türkiye’nin ekonomik gelişimi için sarf edilecek. Birçok insanımıza iş ve aş kapısı açılacak. Burada karar merci TBMM olduğuna göre ve yapılanın siyasi bir iş olduğunda şüphe bulunmadığına göre konunun tartışılması gayet normal. Ancak 1923 te tarihin çöplüğüne atılmış Sevrin hortlatılmaya çalışıldığından bahisle bu açılımın mimarlarını hain ilan etmek ve ülkenin bölünmesini gündeme getirerek toplumu farklı kamplar halinde sürekli patlamaya hazır vaziyette gergin tutmak bu tartışma biçimini sorgulanır hale getiriyor.

Topluma karşı sürekli bölünme paranoyasını ileri sürmenin adı kısaca korku siyasetidir.Buna değinmeden önce belirtilmelidir ki fıtraten korku kötü bir şey değildir.İnsani bir duygudur.İnsan korkarak uyanık kalır ve kendini tehlikelere karşı korur.Esasen Allah korkusu,günah korkusu,şerefini kaybetme korkusu,onurlu bir yaşam sürememe korkusu gibi korkular her bireyde muhakkak olması gereken korkulardır.Bunlar gerekli ve faydalı korkulardır.Ancak siyasetin konusu olan korkulara ve bunları belli hedefler istikametinde örgütleyen korku siyasetine insanımız  aslında fazla da yabancı değildir.Milletimizde soğuk savaş yıllarından kalma derin bir korku kültürü, uzun yıllar hükmünü icra ederek belli çevrelerin elinde bir terbiye aracı olarak ve anti demokratik uygulamaların kılıfı şeklinde sıkça kullanılagelmiştir.Hatırlanacağı üzere insanlar bir zamanlar komünizm tehdidiyle diye korkutulurken 1970ler de muhtıra,darbe ve anarşi paranoyası ile,1980ler de kardeş kavgası ve iç savaş korkusuyla;1990lar da ekonomik kriz ve terörle;2000ler de ise irticayla korkutuluyordu.Türkiye,Malezya olur mu tartışmaları hala hafızlardaki tazeliğini koruyor.Bu korku siyaseti amaçsız değildi.Çünkü üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkede yaşayan insanlar için birinci öncelik,insan hakları,demokrasi, adalet ya da dünyayla bütünleşme değil güvenlik ve emniyet olacaktı.Neticede ülkemize ne komünizm geldi ne de irtica hakim oldu..Ancak bu korkuları ileri sürenler sebebiyle toplumun demokratik duyarlılığı köreldi,öz güveni zayıfladı,ülke dünyayla rekabet edeceğine olabildiğine içine kapandı.Zekeriya Sertel,Sabiha Sertel ve Nazım Hikmetler ülkeden kaçmak zorunda kalırken faili meçhuller,darbeler,muhtıralar,ekonomik krizler ülkeyi on yıllarca geri götürdü.Bankalar hortumlanırken memleket evladı binlerce üniversiteli genç,başörtüsü yasağı nedeniyle eğitim hakkından mahrum edildi.Siyasi çıkar kaygılarına alet edilen korku siyaseti ile bazen Avrupa birliğine üyelik sürecine bazen özelleştirme uygulamalarına bazen de uç örnek olarak çevre katledilecek paranoyasıyla Boğaz köprüsünün yapılmasına karşı çıkıldı.Fakat zamanın ruhuna ve Türkiye gerçeklerine aykırı bu tutumlar zamanla ortak aklın gereklerine yenik düştüler.Türkiye özelleştirmelere devam ettiği gibi boğaz köprüsünün inşasını da tamamladı.Çünkü insanlar gibi toplumlar da korkuyla değil umutla yaşarlar.Umut korkudan daha güçlü bir duygudur.

Toplum korkuyla yönetilmeye çalışılırken aslında sıradan insanların yaşam şekilleri de korkudan uzak değil. Bireyler önce içine doğdukları ailelerinde daha küçük yaşlarda farklı korkularla tanışıyorlar. Korkuyla yaşama süreci okulda, üniversitede meslek yaşamında sonra sosyal hayatta yeni korkular eklenerek devam ediyor. Faydalı ve zararlı korku ayrımı yapmadan anne-babalar çocuklarını hayali öcü kavramıyla, cezayla, dayakla, ölümle ya da hastalık ve yoklukla korkutuyor. Okul çağı geldiğinde bu kez bunlara notla, sınıfta kalmayla, okuldan atılmayla, yalnız bırakılma korkuları ekleniyor. Daha küçük yaşlardan itibaren bilinçaltına işlenen  bu korkular bireyin kişiliğini tahrip ederek, aciz, pasif, korkak ve özgüveni zayıf bir insana dönüşmesine neden oluyor. Kurtuluşu kendilerinde değil başkalarında arayan bu kişilikler ne iş hayatlarında ne de aile hayatlarında mutlu olabiliyorlar.    Siyasi, dini ya da milliyetçi korkuların belli dönemlerde köpürtülmesi tesadüf değil. Herkes Kıbrıs sorunuyla ilgili Türk-Rum taraflar arasında ikili görüşmeler başladığında Kıbrıs elden gidiyor yaygarasına, Iraktaki Kürt liderlerle görüşüldüğünde terörün azacağı ve ülkenin bölüneceği dedikodularına, Avrupa Birliği ile görüşme süreci hızlandığında Türkiye’nin Hıristiyanlaşacağı masallarına ya da üniversitelerde başörtüsüne özgürlük talepleri dillendirildiğinde irtica safsatalarına az çok aşinadır. Korku siyasetini yürütenlerin amaçları sorgulanmalıdır. Amaç gerçekten ülkenin selameti mi yoksa bazı iktidar odaklarının saltanatının sürmesi mi?

 

Editör: HABER MERKEZİ