Yazıma başlamadan önce Mübarek Ramazan Ayı’nın Türk-İslam Alemine hayırlara vesile olmasını ve dış güçler ile yerli işbirlikçileri kaynaklı alaca karanlık kuşağından ülkemizin biran evvel kurtulmasını Yüce Allah’dan niyaz etmek istiyorum.

Demokrasi kelime anlamı itibariyle eski Yunanca’da „demos = halk“ ve „kratie = hükümdarlık“ sözcüklerin birleşmesinden meydana gelmekte olup, halkın egemenliğini sergilediği bir idare biçimini ifade etmektedir. Yunan Şehir Devletlerinde antik dönemde gözlemlendikten sonra başkanlık sistemi olarak ABD’de, parlamenter demokrasi şeklinde bazen monarşi ile birlikte Avrupa’da uygulanmaya başlanmış, büyük Önder Atatürk’ün de Türkiye Cumhuriyeti için ön gördüğü yönetim şekli olmuştur.

Ancak insan haklarını, adaleti, eşitliği hiç kimseye bırakmayan Avrupa Devletleri dünyayı ve özellikle İslam Dünyasını soyarak, sömürerek elde ettikleri zenginliği diğer insanlarla paylaşmak yerine hep demokrasiyi araç olarak kullanmışlar, bu girişimleri sonunda Anadolu dışında Cezayir’de, Hindistan’da, Mısır’da demokratik açılım yapılırken milyonlarca insan ölmüş, en son kurban ise Yugoslavya’nın demokratikleştirilmesi esnasında bunun bedelini canları ile ödeyen yüzbinlerce Müslüman Boşnak ve Arnavut olmuştur. Ancak her ne hikmetse başta Türkiye olmak üzere Müslüman Ülkeler Avrupalıların gözünde hiçbir şekilde demokratikleşemezler, hep reform ve açılım yapmaları gerekir.

Uygar Avrupa’nın bizde ki ilk demokratik açılımı ise Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması ile başlamıştır, Türklere demokrasiyi getirmeye kararlı olan Uygar Avrupa Devletleri Mondros Mütarekesi ile birlikte önlerinin açılması üzerine İstanbul’u, Boğazları, zengin maden ve petrol yataklarının bulunduğu bölgeleri kendileri işgal ederken demokrasi kelimesinin Yunanca’dan gelmesi ve ilk uygulamasının Yunan Şehir Devletlerinde gerçekleşmesinin doğal bir uzantısı olarak Anadolu’ya İzmir’den başlamak üzere Yunan Askerini çıkarmışlar ve onlara antidemokratik Türk İnsanını öldürterek, köylerini, şehirlerini yaktırtarak Türkiye’de ki ilk demokratik açılımı yapmışlardır. Ancak ne yazık ki Mustafa Kemal Paşa kumandasında ki Türk Ordusu bu demokratik unsurları denize dökerek Türkiye’yi tekrar karanlığa gömmüş ve Cumhuriyeti kurarak iyice özgürlükten uzaklaştırmıştır.

Ancak tarihlerini unutan milletlerin nasıl bir felakete uğrayabileceği ülkemizde son günlerde yaşanan vahim gelişmeler ile bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Unutmamamız, unutturmamamız gereken en önemli nokta Lozan Antlaşması ile yırtılan Sevr’i ve Hükümlerini dış güçlerin hiç bir zaman akıllarından çıkarmadıkları, Türk Milletini parçalamak, bölmek ve yıkmak için fırsat kolladıklarıdır. Ne yazıkki bu pencere son günlerde tekrar açılmaya başlamış, Sevr Antlaşması’nın gizli uygulama şekli olarak bize dayattıkları demokratik açılım, reform gibi kavramlar sahte barış ve kardeşlik projesi şeklinde, onca şehide, akan kana ve heba olan ülke kaynağına rağmen, koyunlarında besleyip üzerimize saldıkları malum terör örgütü ve onun eli kanlı ele başısı ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini buluşturmak ve Türk Milleti’ni parçalamak olarak ortaya çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’yu kan gölüne çevirmek için Yunanlıları kullananlar bugün PKK’ya benzeri görev vermiş bulunmaktadırlar.

Tarihin Türk’ü ateşle imtihan ettiği Kurtuluş Savaşı günlerinde yaşanan olayları ve Sevr Antlaşmasını incelediğimizde bugünkü oyunun aslında ta o günlerde sahneye konmaya başlandığı açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 10.Ağustos.1920 tarihinde imzalanan ve seksendokuzuncu seneyi devriyesinde tekrar sinsice uygulamaya konan malum antlaşmanın bazı hükümleri şu şekildedir;

1) Sınırlar (Madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a, Ceyhan-Antep-Urfa-Mardin-Cizre Kent Merkezleri Suriye'ye bırakılacak, İstanbul Osmanlı Devleti'nin Başkenti olarak kalacak;

2) Boğazlar (Madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlarda deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletlerin Donanmalarını yardıma çağırabilecek;

3) Kürt Bölgesi (Madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt Vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek;

4) İzmir (Madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir İli ile sınırlı alanda Osmanlı Devleti egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Türkiye veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak;

5) Ermenistan (Madde 88-93): Türkiye Ermenistan Cumhuriyetini tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (Başkan Wilson 22.Kasım.1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis İllerini Ermenistan'a vermiştir) ;

6) Arap ülkeleri ve Adalar (Madde 94-122): Türkiye savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek;

7) Vatandaşlık ve Nüfus Konuları (Madde 123-139), Azınlık Hakları (Madde 140-151): Türkiye din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrımüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okullar ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Türkiye'nin bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek;

8) Askeri Konular (Madde 152-207): Türkiye'nin askeri kuvveti, 15.000'i jandarma olmak üzere 50.000 personelle sınırlı olacak, Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesinde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek;

9) Savaş Tutsakları ve Mezarlar (Madde 208-225)

10) Savaş Suçları (Madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak;

11) Borçlar ve Savaş Tazminatı (Madde 231-260): Türkiye'nin mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve Müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk Maliyesi müttefiklerarası mali komisyonun denetimine alınacak;

12) Kapitülasyonlar (Madde 260-268): Türkiye'nin 1914'te tek taraflı olarak feshettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak;

13)Ticaret ve Özel Hukuk (Madde 269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek; eski eserler kanunu çıkarılacak vb.

Yukarıda sıralanan Sevr Antlaşması’nın bugün için en dikkat çekici Maddeleri Kürt Bölgesi (Madde 62-64), Ermenistan (Madde 88-93), Kıbrıs (Madde 94-122),Türk Maliyesi (Madde 231-260) ile Ticaret ve Özel Hukuk (Madde 269-414) başlıklı fasıllardır. İzmir’de beş yılın sonunda yapılacak olan halk oylamasına ise Yunanlıların gerçekleştireceği alışık oldukları Müslüman Türklere yönelik etnik temizlikten sonra başvurulacağı açık olup, sonucu baştan bellidir.

Bunlardan Kürt Başlıklı Maddenin hayata geçirilmesi aşamasında o zaman için İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan Komisyon’un yerini bugün AB ve ABD Temsilcileri almış, sahneye konan oyun gereği eli kanlı katiller aracılığı ile bölgede terör estirilmiş, onların uzantıları olan sözde siyasilerin bağımsız yargı tarafından verilen cezalarını çektikleri hapishanelerin kapılarında Avrupa Parlementosu Üyeleri yıllarca adeta yatıp kalkmışlar, ülkemizde kamp kurarak, insan hakları, demokrasi dersi vermişler, birde bu yetmezmiş gibi akıttıkları Türk Kanı’nın bedeli olarak onları ödüllere boğmuşlardır. Ancak bu demokrasi ve insan hakları havarileri her ne hikmetse hükümeti yıkmaya çalışmakla suçlanan bir çok bilim adamı, yazar ve aydının yıllarca mahkemeye bile çıkarılmadan, iddianame olmadan hapishanelerde çürümelerini görmezden gelmişler, eli kanlı katillerin uzantıları için kabul etmedikleri bağımsız yargıyı burada birden bire yüzleri bile kızarmadan hatırlamışlardır. Bütün bunların üstüne bu oyunun son perdesi sahneye konmakta, AB, ABD kaynaklı projeler ile Türk Milleti ayrıştırılma ve bölünme sürecine sokulmaktadır.

Diğer bir Maddeye konu olan Ermenistan ise bugün anayasasında Sevr Antlaşmasını kabul etmekte, Türkiye’nin sınırlarını tanımamaktadır. Bunun karşılığında bizim siyasilerimiz Azeri Kardeşlerimizin bekaası pahasına soykırımcılarla barış şarkıları söylemekte, birlikte alkış tutup maç izlemekte, sözde aydınlar ise özür dileme kampanyaları adı altında Ermenistan’ın toprak ve tazminat taleplerinin yolunu açmaktadırlar.

Kıbrıs’da ise durum malumdur, işbirlikçi Cumhurbaşkanı Kıbrıs Türk Halkı’nın iradesini hiçe sayarak meşru hükümeti devre dışı bırakmış, kendi süresi dolmadan önce adayı AB’ye, ve Rum’a teslim edebilmek amacı ile adeta çırpınmaktadır.

Türk Maliyesi tamamen yabancıların denetimindedir, bankalar ve devletin tüm varlıklarının neredeyse hepsi elden çıkmıştır. 9.Eylül.1922 günü İzmir’den askerleri ile birlikte denize döktüğümüz Yunan kilisesi’ne ait Merkez Bankası bügün ülkemizde hiç bir kısıtlama olmadan çalışmakta, hesapsız kredi ve kredi kartı dağıtarak halkımızı daha da fakirleştirmekte, evlere ve tarlalara ipotekler aracılığı ile el konmaktadır. Ayrıca il bazında %2 olan yabancıların mülk edinme sınırı bu şekilde aşılarak stratejik gayrımenkul alım operasyonları yapılmaktadır. Selanik ve Batı Trakya’da ibadete açılma bir tarafa Camiler kapatılarak barların içki deposu haline getirilmekte, bunun karşısında sözde islamcı kesimden ve sahte aydınlardan gık çıkmazken, buraların küstah valisi müze olan Trabzon Sümela Manastırında ayin yapmaya cesaret edebilmektedir. Ülkede tarımın öldüğü, işsizliğin ve küçülmenin rekor üstüne rekor kırdığı ortamda Türk Milleti’nin tüm sorunlarını halletmiş olan Potamyalı Başbakan beş bakanı ile birlikte herhalde bundan sonra „Konstantinapolis diyeceği şehrin Prinkipis Adasında“ gayrımüslüm azınlık temsilcilerini ağırlamakta, onların „dertlerine deva“ olmaya çalışmakta ve icraatları sonunda ülkemizde oluşan ihtiyacı karşılayabilmek amacıyla papaz okulu açacağı müjdesini vermektedir.

 

 

Ülkemizin Anayasası, Kanunları ve özellikle Ceza Hukuku Sevr Antlaşması Madde 269-414 öngörüldüğü üzere o zamanın Müttefikleri şimdinin AB ve ABD’si tarafından yapılmakta, doğrudan taraf olan Yüksek Türk Yargısı, Ceza Kanunu AB Komiserlerince onaylandıktan sonra bundan haberdar olmakta, kanunlarımızda yeri olmayan İstinaf (Eyalet) Mahkemeleri binaları önce Diyarbakır’dan başlanmak üzere AB Fonları ile inşa edilmektedir. 2002 yılından bu yana Türkiye’nin ulaştığı çizgi Sevr Antlaşmasına beş kala noktasıdır. Ülkemiz 10.Ağustos.1920 gününü yaşamaktadır. Demokratik açılım, reform, AB Süreci, Sevr Antlaşması’nın yeni ambalajlarından başka bir şey değildir.

Tekrar tarihe dönecek olursak ülkemizde bugün yaşanan birçok olayın ve kişinin aslında o karanlık devrin yansımaları olduğunu görürüz. Yabancı güçler, özellikle İngiltere ve ABD ülkemizde ki karanlık emellerini gerçekleştirebilmek, Mustafa Kemal Paşa ve Kuvay-i Milliye’yi ortadan kaldırabilmek için yerli işbirlikçilerden üçlü bir sac ayağı oluşturmuşlardır.

Avrupa Devletlerinin Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması Şartlarını büyük bir sevinçle kabul eden ve bazıları bizzat imza eden heyette bulunan bu işbirlikçi sacın ilk ayağını „sözde İslamcılar“ oluşturmaktadır. Bu zevatın başında Mustafa Sabri Efendi ve Sait Molla gibi o zamanın din tüccarları bulunmakta ve Tealî-i İslam Cemiyeti çatısı altında örgütlenmekteydiler. Son Osmanlı Şeyhü’l-İslamı Mustafa Sabri Efendi İngiliz Muharipleri Cemiyeti mensubuydu, yani tam sahibinin sesiydi, „Yunan Askeri Halife Hazretleri’nin daveti ile geldi, kurşun sıkan kafirdir“ diyerek bu yönde ki fetvalarını İngiliz ve Yunan uçakları ile Anadolu’ya attırarak Milli Mücadeleye karşı iç ayaklanmaların yayılmasına, başta Delibaş Mehmet ve Anzavur Ahmet gibi hain yobazların Mustafa Kemal Paşa ve Silah Arkadaşlarını kafir, dinsiz sayarak ortadan kaldırmaya yönelik hareketlerine ön ayak olmuş, Kuvay-i Milliye içinde yer alan Din Bilginlerini ve İdarecileri ölüme mahkum ettirmiştir. Bu sahtekar Şeyhü’l-İslam’ın yarattığı tahribat başta Ankara Müftüsü M. Rifat Efendi, Amasya Müftüsü Tevfik Efendi, Denizli Müftüsü Ahmet Efendi, Rize Kadısı Kazmazzade Hacı Hafız Osman Efendi gibi vatanperver,Türk Milliyetçisi Din Bilginlerinin çabaları ve fetvaları sayesinde boşa çıkarılmış, Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmıştır. Büyük Zafer‘den sonra ait olduğu yer olan Yunanistan’a kaçan bu örnek hain işi Rumlar, Ermeniler ve Müslümanlardan bir ordu kurup Yeni Türk Devleti ile savaşmayı düşünecek kadar ileri götürmüş ve nihayetinde; „Ben de ayniyle red edip Türk’ü, Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme, Beni Türk Milletine ad etme“

Şiirinin dizeleri ile Türk’lükten istifa ettiğini duyurmuştur, sanki kendisini Türk sayan varmış gibi! Şimdi sıkı duralım, hesabın Türk Devleti, Atatürk ve laik cumhuriyet ile olduğunu ayan beyan ilan eden bu hain adına Osmanlı Meclisinde Tokat Sancağı Mebusu olarak bulunması sebep gösterilerek AKP Tokat Milletvekili Resul Tosun ve AKP Kurucu Üyesi, Tokat Milletvekili Mehmet Ergün Dağcıoğlu’nun da aralarında bulunduğu kişilerce bir Vakıf kurulmuştur, Tokat Mustafa Sabri Efendi Vakfı!

Acaba Tokat’ın yetiştirdiği eşşiz kahraman Gazi Osman Paşa varken veya Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşında, PKK’ya karşı verilen mücadelede Şehit düşen onca Tokatlı Kahraman ortada dururken kurulan Vakfa bu gafilin adının verilmesinin sebebi nedir? Olaylar bize sözde İslamcı hainlerin o zaman için örgütlendikleri İngiliz finansmanlı Tealî-i İslam Cemiyeti’nin bugüne yansımaları olduğunu, bunların bugünkü AB ve ABD destekli uzantılarının bebek katilinin bile takdirini kazanıp, ondan aferin aldığını unutmamamız gerektiğini göstermektedir.

Hainlerin ikinci sac ayağı sözde aydın ve gazetecilerden oluşmaktaydı. O günlerde Peyam-ı Sabah ve Alemdar Gazeteleri ile yazarları hain Ali Kemal ve Cenap Şahabettin, sömürge aydını Rıza Tevfik gibi şahsiyetler Kurtuluş savaşını karalamakta, aşağılamakta, üniversitede verdikleri derslerde Mustafa Kemal ve diğer baldırı çıplak alayı ülkeyi karanlığa gömmek istiyor, medeni dünya ile bizi karşı karşıya getiriyorlar şeklinde açıklamalar yapmaktaydılar. „Darülfünun Grevi“ olarak bilinen hareket neticesinde bu vatan hainleri öğrencilerin „Ya İstiklal Ya Ölüm“ sloganları eşliğinde üniversiteden kovulmuşlar, hak ettikleri sonu bulmuşlardır. Bugünkü on iki kötü adamın ve benzeri adlarda yayın yapan gazete ile televizyonların o günlerde ki amaca hizmet etmekten başka hiç bir emelleri yoktur. Hatta bazıları işi hain Ali Kemal’i basın ve özgürlük şehidi sayıdırıp, itibarının iadesini istiyecek küstahlığa kadar götürmüşlerdir. Son günlerde reklam ihtiyacı duyan, AB’den aferin ve üstün liyakat nişanı almaya hevesli, Anadoluyu bir vatan değil, sadece para kazanılacak pazar olarak gören bazı sözde sanatçıların da bu ihanet kervanına katıldığı gözlenmektedir.

İhanet şebekesinin üçüncü sac ayağını Damat Ferit ve Hükümeti oluşturmuştur, alkışlanacak en büyük marifetileri ise Ankara’ya gönderilmesini engellemek için İstanbul Depolarında bulunan Türk Milleti’nin öz malı silah ve cephaneyi törenle Marmara Denizi’ne atarak ilk demokratik açılımının öncüleri olmalarıdır. Atatürk „kahramanı kadar haini de çok bir milletiz“ ifadesinde ne kadar da haklıdır. Bu olayların hiç benzeri başka ülkelerde yaşanmışmıdır? Türk Milleti’nin uğramakta olduğu ihanetlerin dünyada örneği varmıdır?

Bugün ise ne yazıkki sergilenen bu oyunun son perdelerine yaklaşılmakta, Yüce Türk Milleti’nin asli unsuru olan Kürt Kardeşlerimizin Türklüğün ilk yazılı eserleri olan Orhun Abidelerinde anılması bir tarafa, göz boyama, Yüce Önder Atatürk’ün Nutuğunun tahrif edilmesine kadar götürülmektedir. İş, Türk Devleti, Türklük, Atatürk ve laik cumhuriyet ile hesabı olan sözde islamcıların, sahte aydınların, İmralı Canisinin, Kandil’in, Barzani’nin, hükümet ile AB ve ABD imzalı sahte barış, kardeşlik etiketli demokratik açılım projeleri adı altında aynı Sevr Masasında buluşması noktasına gelmiştir. Türk Milleti’nin birliği, dirliği, dili, ulusal devleti tehlikededir, 36 parçaya bölünmek istenmekte, Al Sancağın ve Türk Adının Anayasa‘dan çıkarılması hedeflenmektedir, olay bundan ibarettir.Tek çare Kuvay-i Milliye yıllarında olduğu gibi aynı ruhla yılmadan mücadele etmek ve önümüzde ki seçimlerde bu karanlıktan kurtulmaktır. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!