www.sufiterapi.com

[email protected]

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un dün (14 Nisan 2009 tarihinde) Harp Akademileri Komutanlığında Yaptığı Yıllık Değerlendirme Konuşması’nın demokrasi ve hukuk açısından bir dönüm noktasını işaretlediğini söyleyebiliriz. 

Başbuğ’un konuşmasında bizce kritik önemi olan üç vurgu var:

  • Birincisi millet kavramıyla ilgili tanımlaması
  • İkincisi liberal demokrasiyi ve çoğulculuğu vurgulaması
  • Üçüncüsü sivil ve asker ilişkisinde sivil otoritenin üstünlüğünün altını çizmesi 

Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir?

Başbuğ TSK’nın web sitesinde yayımlanan konuşma metninde birebir kendi cümleleriyle şöyle ifade ediyor:

'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran kimdir?' Cevap, Türkiye halkıdır. Görüldüğü gibi buradaki halk ifadesi, sınırları çizilen bir coğrafyada - ki burası Türkiye'dir - yaşayan halkın bütününü, yani hiçbir dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir. 

Türkiye’de resmi çevrelerin “Türk Halkı” yerine “Türkiye Halkı” kavramının kullanılmasını ihanet kabul ettiğini hatırlayalım.   

'Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran”Türkiye Halkı” olduğuna göre ulus-devletin temel esası da “anayasal vatandaşlık” olması gerekir. Anayasal vatandaşlık kavramı ilk olarak rahmetli Özal tarafından gündeme getirilmişti. Ancak anayasal vatandaşlık kavramı Özal zamanında resmi çevreler tarafından aforoz edilmişti. Başbuğ’un, konuşmasında ulus-devletin temel esasını anayasal vatandaşlık kavramına çok yakın bir duruşla tanımladığını söylem mümkün:

'Ulus-devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?' sorusunun cevabı çok açıktır: Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik anlayışıyla.” 

Asimilasyon değil entegrasyon

Başbuğ bu bağlamda etnik, dinsel vs farklılıkların asimilasyonla ortadan kaldırılmasını değil entegrasyon yoluyla farklılıklara birlikte yaşanması gerektiğini belirtiyor. Başbuğ’un kendi cümleleriyle ifade edersek:

“Entegrasyon, kişilerin, aidiyet duygusu hissettikleri ikincil kültürel kimliklerini engellemeden, üst/ortak Türk kimliklerini muhafaza etmelerini sağlamaktır. Entegrasyon, farklılıkları kabullenmek, ancak farklı olanların uyum içinde yaşamalarını sağlamaktır.” 

Başbuğ’dan bu satırları okurken Van’da polislerle öğrenciler arasındaki dostluk maçında Kürtçe pas istedi diye bazı polislerin bazı öğrencileri dövmesi insanın içini parçalamıyor mu? Belli ki söz konusu polisler asimilasyonu seviyordu; tabi bu tutum aslında bürokrasimizin karakteristik özelliği. Bölücülüğü yok etmek için asimilasyoncular radikalleşirken bölücülere de gün doğmuş oluyor. Asimilasyoncular aslında tavırlarının bölücüler için bir referans olduğunu göremiyorlar. Buna karşılık entegrasyoncu tavır birlikte yaşamanın yol haritasını çizerek bölücülüğün sosyolojik koşullarını ortadan kaldırabilir. 

Başbuğ’un liberal demokrasiye yaptığı vurgu da son derece dikkate değer. Liberal demokrasinin öngördüğü temel hak ve özgürlükler için gereken koşulları sağlamak ulus-devletin boynunun borcudur. Devlet sadece güvenlik kavramı üzerine inşa edilemez, güvenlik kadar hatta güvenlikten de üstün olan kavram özgürlüktür. Başbuğ bu durumu kendi cümleleriyle şöyle ifade ediyor:

“Modern ulus-devlet anlayışı ve liberal demokrasi, bireysel özgürlüklerin önünü kapatmaz. Aksine modern ulus-devlet, bireysel kültürel özgürlükleri genişletir, kalitesini artırır.” 

Ancak Başbuğ’un burada çizdiği sınırı da hesaba katmak gerekir:

“İkincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlik şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir, geliştirilebilir ve korunabilir. Bunu kültürel bir zenginlik olarak görüyoruz. Bireysel özgürlüklerin sınırının, azınlık ve grup hakları ile kesişmesine, yeni azınlıklar ve üst-kimlikler yaratılmasına izin veremeyiz. İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması - ki bu grup hakkı olarak tanınması - anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir.” 

Ancak bu sınırlamayı biraz irdelemek gerek. Birincisi Başbuğ’un sınırlaması liberal demokrasi açısından tartışmaya açıktır. İkincisi insan, bireysel değil toplumsal bir varlıksa, kimliğin salt bireysel düzlemde tanınması kimliklerin yaşanabilmesi yeterli midir? Üçüncüsü anayasal olarak tanınması kimliklerin ve farklılıkların illa da bir üst-kimlik haline gelmesini gerektirir mi? Burada ulusal ve üniter devlet çatısı altında üçüncü bir yol mümkün değil mi? 

Başbuğ’un “demokrasinin olmazsa olmaz koşulları arasında saydığı “Çoğulculuk”un başka türlü yaşanır kılınması mümkün müdür? Başbuğ, çoğulculuğu, “temel hak ve özgürlüklerin çoğunluğa karşı güvenceye alınması” olarak tanımlamakta olduğunu da hatırlatalım. Halbuki bizim bürokrasimizde egemen olan görüşün çoğulcuğu hala ihanet olarak gördüğüne dair çokça örnek vardır. 

Başbuğ’un sivil ve asker ilişkisinde sivil otoritenin üstünlüğünü vurgulaması son derece önemlidir. Elbette bu ilişkinin kendi özgü özellikleri de vardır. Başbuğ’un kendi ifadesiyle,

“… elbette sivil liderler gerçek güce, otoriteye sahiptir. Ancak sivil otoritenin askerî konulara müdahalesinde, tespit edilmiş katı prensiplerden ziyade sağduyulu davranışlar öne çıkmalıdır.” 

Başbuğ’un, topluma nasıl olması gerektiğini buyuran Comtecu sosyolojiyi değil, toplumu anlamaya dayanan Weberci sosyolojiyi referans almakta olduğu söylenebilir. Bizce bu nokta bürokrasi ile halk arasındaki sosyolojik önyargının yıkılması anlamına gelmektedir. 

Comtecu sosyoloji olması gerekeni belirlerken bürokrasinin, halkı en azından gafiller olarak tanımlamasına yol açmakta, en kötüsü ise bürokrasinin giderek faşizan bir karaktere bürünmesine neden olmaktadır. Bu karakter resmi bir okul müdürünün sıradan bir öğrenci velisi karşısındaki kibirli tavrıyla karşımıza çıkar. Mazoşist karakterli bir insanın dahi bu durumu içine sindirmesi küçük bir olasılıktır. 

Ezcümle Türkiye’nin geleceği daha fazla demokrasi daha fazla hukuktur. Ezberlerimizi bozmadan farklılıklarımızı anlamaya çalışmadan ne daha fazla demokrasi mümkündür ne de daha fazla hukuk. İnsanca yaşamanın, özgür irade sahibi olmanın önkoşulu değil mi demokrasi ve hukuk? 

Başbuğ’un konuşması demokrasi ve hukuk açısından bir dönüm noktası olarak görmek mümkün. Belki de Türkiye’de ilk kez sivil ve asker topyekün demokrasi ve hukuk vurgusunun yapıldığı bir zamanı yaşıyoruz. Bunun Türkiye için kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğunda kuşku yoktur bizce.

Editör: HABER MERKEZİ