Karadeniz`de kadın olmak fırtınaya kafa tutmak gibidir; Fırtına ve Karadeniz nasıl bir bütünlük sağlıyorsa; Karadeniz ve kadında benzer bütünlüğü sağlar çünkü çetin akan bir derenin kadını da çetindir. Türkiye’nin hatta dünyanın her yerinde kadın olmak ve yitip giden yaşamların arasında ayakta tutunabilmek, kendini ifade edebilmek ve yaşam koşullarıyla mücadele edebilmek bir ayrıcalıktır  ve pek çok kadın ve yaşamları, kendini gizleyerek giderken, Karadeniz kadını öyle değildir; çünkü onun mücadelesi sadece erkeğe, çocuğa veya topluma karşı değil aynı zamanda kendine ve doğanın çetin kavgacı ruhuna karşıdır.

          Doğa hata kabul etmeyen ve ne verdiyse onu geriye isteyen bir sistemdir. Çoğu yerdeyse sadece bir kadını kendinden uzaklaştırıp, yenememiştir… Yaz ayrı bir yaşamdır; kış ayrı bir yaşam ve bir sene dönüşümündeki mevsimler, kendi çetinliklerinin dönüşümüyle çıkar kadınların karşısına. Hani öyle düz bayırda değil; yamacı, uçurumu, ağacı, deresi, tepesiyle karşı koyar, insanların kendine hükümran olmasına. Ekmeği almak da kolay değildir. Yemek yiyeceksen dik ve sabanla sürülemeyen arazide ekin yapacaksın, ineğini besleyeceksen yazın dağdan biçecek, ağaca yığacak ve kurutup sırtınla taşıyacaksın. Okula göndereceksen sebini,  merkezdeki okula sabahın yedisinde kaldırıp servise vereceksin ki oda yeni bir lükstür veya sana gelmiyorsa arabada sırtın alıp asfalta veya şoseye taşıyacaksın. Odun istiyorsan ya gidecek dağlardan bulacak, kesecek ve sırtlanıp geleceksin veya derelerin cömertliğine sığınıp kıyısına taşıdığı odunları sepetleyip, sırtlayıp taşıyacaksın evine. Eğer kadınsan; ahırının ve evinin temizlikçisi, yemekçisi, çoluğu çocuğunu, eşini, kaynananı, ananı, komşunu, misafirini velhasıl hemen hemen herkesi razı etmesi gereken bin bir türlü marifetlisi olacaksın…

    Evet, yaz işleri ve kış işleri, başlı başına iki ayrı dünya... Köyde yaz, kışa hazırlık dönemiyse; kışta, yaza hazırlık gibidir… Üstelik yazın o kadar çalışmışken, kışın yatıp uyumak da yoktur. Bundan dolayıdır ki kadınlar, günlük işlerin yanında birde yaz için gelirlerini artırmak amacıyla elişi yapmak durumundadırlar. Ama Kadınların marifetleri neredeyse sınırsızdır çünkü sadece bir tek becerileri yoktur veya tek becerili olma lüksleri yoktur. En bilmeyeni bile beş şişle çorap örmesini bilir veya şifon kenarı, her çeşit el işi ve dikiş dikmeyi… Turizm sezonu satmak için kıştan başlarlar marifetlerini sergilemeye;  yaptıkları peyniri, yoğurdu, yağı satarak elde ettikleri paranın birazıyla elişlerinin malzemelerini alarak, çeşit çeşit şifon kenarı, bin bir renkten ve otantik desenlerden yaptıkları çorapları örmeye veya özenerek işlemeye. Başka pek çok süs eşyası, yemeni oyalarlar boyun için, başka pek çok el işi ve yöresel yiyecek, turşu vs. diğer katkılarıdır ekonomilerine...

          Bu işlerin hemen hemen hepsi kadına bakar. Pratik zekâlı olmalı ve her şeyle başa çıkmalı yoksa ezilip geçildiği gün gibi aşikârdır. Üstelik Karadeniz’in kadını, sade doğaya karşı mücadele etmekle kalmaz; aynı zamanda gelişen rekabetçi zihniyetin içerisinde de yerini bulmaya çalışır çünkü aynı zamanda işletmecidir de… Gidin bir Karadeniz köyüne, yaylasına veya dağına. Karşınıza çıkacak olan size hizmet eden gene bir kadındır. Yediğiniz yemekten içtiğiniz suya, yattığınız yataktan, oturduğunuz sedire kadar hep kadının elleri değer. Bilmek durumundadır ve yapmak zorundadır çünkü başka bir şansıda yoktur.  Kadının eğlencesi mi? Kocasıdır, çocuğudur, belki bazen dağlarda coşup attığı naralarıdır veya bildiği kadarıyla dizelediği manilerle söylediği türkülerdir; belki bir kınada, düğünde veya bilmem hangi eğlencede çevirdiği horonudur... Basit sıradan ve sanki her şeyi tereyağından kıl çeker gibi halleden; güçlü ama kendi gücünün farkında olmayan bu savaşçı kadınlar Karadeniz’in görünmeyen neferleri gibidir. Ama her şeye rağmen öyle de mütevazıdırlar ki bakarsınız sanki tüm o işleri onlar yapmamış gibi ve sanki o kadar marifetli değillermiş gibi kendilerini kenara çekmeleri hep aldıkları ataerkil terbiyeden, görgüden. Çünkü bilmek ve marifetli olmak ne kadar güzlese; mütevazı ve ağırbaşlı olmak da onlar için doğal bir şeydir. Bunun ne kadar doğru olduğu sorgulanabilir bir şeydir; ama ayrıca kadın kendi başına mücadele ederken, erkeğin yerini de belirler ve hatta zaman zaman doldururda çünkü erkek ve kadının eşitliği söz konusu bile olamaz ve hangi işi yaparsa yapsın hep kendini arka plana çeker, gururundan erkeğine paye biçer… Karadeniz kadını olmak ve Karadeniz’in ruhunu taşımak, fırtınayla, zamanla, doğayla, kendiyle yarışmak, çetin yaşamda kendine yer açmak. Bunlar; kadınların adeta doğuştan gelen bir yeteneği ve bu yeteneğin getirdiği bir hırçınlık ve sağduyu ve beklide bilgelik…

    Evet, Fırtına ve kadın… Fırtına’ya karşı da yarışırlar, erkeğe karşıda, doğanın diğer çetinliklerine karşıda ama hiçbir zaman kadın kimliklerinden asla taviz vermezler. Yaşadıkları tüm duyguları doğaldır. Sade çalışkanlıklarıyla değil aynı zamanda kıvrak zekâlarıyla da kendilerini gösterirler. Sevdaları içten ve dürüsttür. Ne yaşıyorlarsa yaşasınlar “kol kırılır yen içinde kalır” hesabı yaşadıkları hep kendi yüreklerinde gizlidir. Affetmek, en öncelikli marifetlerindendir aslında. Affetmek ve hep affetmek çünkü affetmenin en güçlü erdem ve silah olduğunu bilirler düşmanlarına, erlerine ve diğer muhataplarına karşı.

Bazen de affedemedikleri şeylerdendir; Fırtına’sına el, dil uzatan ve yıkmaya çalışanların hoyratlığını. Doğanın yapısına uymayan ve içinde yaşayan canlılara büyük oranda zarar verecek olan HES’lere karşı verdikleri mücadelede bile erkekleri geçen güçlü bir yürekle mücadele etmeleri de analık güdüsünden kaynaklanır çoğu yerde. Kendilerini bağrında büyütüp besleyen, aş olan, ev olan, su olan, yol olan bu yaşamın ellerinden alınacağını ve geleceğe taşınması gereken hayatların baltalanacağını anlayınca doğrudan atalarından gelen Amazon kadın damarları tetiklenir ve harekete geçerek verdikleri mücadele sonucunda vadilerinin kurtulmasını sağlarlar. HES’ler bilindiği gibi; projelerinin şimdiki şekliyle Karadeniz’in geleceğini olumsuz yönde etkileyecek pek çok büyüklü küçüklü santrallerdir. Bu santraller sadece doğanın tahrip olup ciddi boyutta yara almasına neden olmayacak aynı zamanda biyolojik çeşitliliği olumsuz yönde etkileyerek, zarar görmesine neden olacak. Oysa Fırtına buna nasıl izin vermediyse; Fırtına’nın kadını da buna izin veremezdi ve mücadelesi de kendi istediği sonucu verdi. Çünkü kendisine ait olanın; yani ekmek kapısı, ocağı, tüm dünyası olan vadisinin asla heba edilmesine göz yumamazdı.  

    Karadeniz kadınını tamamlayan birkaç ifade daha eklersek; bunu, Karadeniz’e yönelik bir deyimle ifade etmek daha da kolay olur: “Köyde köylü göçte birinci” bu söz nasıl köyde kadını, tam yerine oturtuyorsa; şehre de kendini kabul ettirmesini anlatıyor. Yapısal bir şey gibi sanki… Ya kanından ya suyundan beklide Karadeniz’in, Fırtına’nın doğasından aldıkları değişken ve hareketli, uyumlu yapısından kendilerine kattıklarıyla, gittikleri her yere kendilerinden bir şeyler vermesini de bildiklerinden…  Hiç hayatı boyunca, vahşi doğanın kucağından, şehre inmeden yaşamış olsalar da tam bir bukalemun, yani doğal bir uyum sağlama yeteneğiyle hemen girdikleri çevreye hâkim olmasını, kültürüne uyum sağlamasını başarırlar. İşte Fırtına ve Fırtına’nın kimliklediği Karadeniz kadını ve çetin yaşamın gerçek savaşçıları…