27 Haziran’da Rize Gençlik Merkezi Müdürlüğü tarafından organize edilen, gençlerimizin boş zamanlarını değerlendirmelerine yönelik, Türk tarihini ve kültürünü tanımalarına imkân tanımak ve milli bilinç kazanmalarını amaçlayan, Bilecik ve Çanakkale illerimizi kapsayan geziye Rize Gençlik Merkezi Müdürü Sayın Zeki Bakırcı Bey’in daveti üzerine görevli-idareci olarak katıldım.

Ne zamandır, geziyle ilgili gözlemlerimi, his ve düşüncelerimi yazmayı tasarlıyordum. Çok yoğun işlerim arasında pek fırsatım olmamasına rağmen biraz geç de olsa bu yazıyı hazırlayıp sizinle paylaşmak istedim. Hem geziye beraber iştirak ettiğimiz sevgili gençlerimizin ve görevli arkadaşlarımız başta Gençlik Merkezi Müdürümüz Zeki Bakırcı olmak üzere, Mehmet Kazdal ve Şeref Erbay kardeşimizin de hislerine tercüman olacağını düşündüm.

Rize Gençlik Müdürümüz Sayın Zeki Bakırcı Bey’in kafile başkanlığını yaptığı gezimize Gençlik Merkezi üyesi liseli ve üniversiteli gençlerimiz katıldılar.

27 Haziran günü saat 13.00’te Rize Kültür Müdürlüğü önünden kalkan otobüste 33 öğrencimiz, dört görevli arkadaş toplam 37 kişi yer aldık.

Daha önce Çanakkale’ye gitme fırsatım olmamıştı. Bu vesile ile şehitler diyarımızı ziyaret edecek olmanın heyecanını daha yola çıkmadan duymaya başlamıştım.

Zeki Bey’in yola çıkmadan öğrencilerimize yönelik yaptığı gezinin anlam ve önemini belirten heyecanlı ve duygulu konuşmayla gençlerimiz daha başında bir duygu atmosferine kapılmıştı.

Otobüsümüz Bilecik’e doğru yol almaya başladığında gençlerimizin de duyduğu heyecan yüzlerinden okunuyordu. Gerçi ilk başlarda öğrencilerimizle aramızda müzik konusunda bir anlaşmazlık yaşandıysa da sağduyu ve otoritenin galip gelmesiyle bu problemi kısa sürede hallettik.

Yol boyunca yapılan espriler, hoş sohbetler yolculuğumuzu daha bir keyifli hale getirdi. Derken saat 7.00 sularında Bilecik Gençlik merkezi’ne ulaştık. Kapıda bizleri Gençlik Merkezi’nde görevli arkadaşlar karşıladılar.18 saat süren yolculuğumuzun verdiği yorgunluğu yaptığımız kahvaltı unutturdu.

Bilecik Gençlik Merkezi Müdürü Neşet Bey’le sohbet ediyoruz. Bilecik taşı mermer, toprağı seramik, yaprağı ipek diye anılan bir şehir. Tarihe kavşaklık etmiş bir şehir. Osmanlı çınarının ilk filizlendiği yer. Her yer tarih kokuyor. Aynı zamanda yakın tarihte de önemli bir yer. Milli Mücadele’de nihai zafere giden yolda bir dönüm noktası.

Daha kendimize yeni gelmiştik ki Bilecik Gençlik Müdürü Neşet Bey Bilecik’te gezilecek yerlerle ilgili gezi programını anlatıyor bizlere. Gezi programını icra etmek üzere otobüsteki yerimizi alıyoruz. Aramıza katılan mihmandar bacımızın eşliğinde önce Bilecik müzesine gidiyoruz. Müze arkeolojik eserlerden Osmanlı dönemine kadar çok sayıda esere ev sahipliği yapıyor. Müzeyi gezdikten sonra topluca resim çektiriyoruz. Ardından Osmanlı Devleti’nin manevi mimarları olan Şeyh Edebalı ve Dursun Fakıh Hazretlerinin şehrin kurulduğu vadinin sırtında küçük bir tepe üstüne yaptırılan türbelerine gidiyoruz. Eskiden kubbeli olan fakat Yunanlıların saldırıları sonucu tahrip edilen türbenin üzerine kiremit çatı örtülmüş. Bir salon ve iki ayrı odadan ibaret olan türbede, büyük oda mihraplı bir mescit, diğer yandaki oda ise sohbet hane ve misafirhane olarak kullanılmaktadır.

Türbe ziyaretimizi bitirdiğimizde saat 11.00’e geliyordu. Program gereği seramik üretilen Kınık köyünü gezmek üzere yola çıkıyoruz. Kınık Köyü çok şirin bir Anadolu köyü. Köylüler evlerindeki atölyelerde seramik üretiyorlar. Köyde biraz oturup dinlendikten sonra Cuma vakti de yaklaşmıştı. Cuma namazını bu köyde ifa ediyoruz. Sonra Bilecikli kardeşlerimizin bizler için mangalda pişirdikleri köftelerle karnımızı doyurup buradan ayrılıyoruz. Anadolu misafirperverliğinin en güzel örneğini sergiliyor bu arkadaşlarımız.

Şimdi programımızda İnönü şehitliği var. Ziyaret etmek üzere otobüsümüzdeki yerimizi alıyoruz.

İnönü Şehitliği, Bilecik Bozüyük İlçesi ile Akpınar Köyü arasında bir tepede bulunmaktadır. İstiklâl Savaşı’nın Metristepe-İnönü istikametinde gelişen ve tarihimizde İnönü Savaşları olarak bilinen savaşların geçtiği cephedir. 844 mezardan oluşmaktadır ve 1930 yılında Milli Savunma Bakanlığınca yaptırılmıştır.

Dikdörtgen duvarlarla çevrili olan mezarların ayakuçlarında Türk bayrakları resmedilmiş. Burada 4.200 şehidin kaydı olmasına rağmen isimleri bilinemediğinden sadece 141 mezar vardır. Şehitliğin ortasında küçük boyda mermerden bir anıt bulunmaktadır. Üzerindeki pirinç levhada ise şu sözler yazılmıştır:


“Ey Yolcu burada şu gördüğün mezarı                           Türklerin İstiklâl abidesidir.
Bir gökten bir göğe haykıran rüzgâr
İnönü Cengi’nin Zafer Sesi’dir”.

Şehitlerimizin huzuruna varınca 87 yıl öncesi gözümüzün önünden bir film şeridi gibi canlanıyor. Aziz şehitlerimize Fatiha okuyarak, onları şükranla ve minnetle yâd ediyoruz. İstiklal Marşı şairimizin “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı / Düşün altında binlerce kefensiz yatanı” mısraları kulağımızda uğulduyor.

Programımızda Metristepe şehitliği ve Söğüt’te bulunan Ertuğrul Gazi türbesi de olmasına rağmen zaman sıkıntımız olduğundan bu ziyaretleri gerçekleştiremeden Bilecik Gençlik Merkezi’ne doğru yola çıkıyoruz.

Gençlik Merkezi’ne vardığımızda akşam yemeği için hazırlıklar yapılıyordu. Burada iyice dinlendikten ve akşam yemeğini yedikten sonra Bilecikli kardeşlerimize teşekkür edip, vedalaşarak oradan ayrılıyoruz. Şimdi güzergâhımızda Çanakkale var. Günün yorgunluğu üzerimizde olmasına rağmen bu kutlu yolculuk bütün yorgunluğumuzu alıyordu. Saat 19.00 sularında bir devrin battığı yere gitmek üzere otobüsümüz hareket ediyor.

Çanakkale’ye Cuma gecesi saat 01.00’de varıyoruz. Gençlik Merkezi’nce bütün her şey planlanmış olduğu için fazla bir zaman kaybetmeden öğrencilerimizi odalarına yerleştirip biz de istirahata çekiliyoruz.

Sabah katlığımızda Boğazın serin rüzgârları yüzümüzü okşuyordu. O kadar yorgunluktan sonra aldığımız deliksiz uykuyla sabah zinde bir şekilde ayaktaydık.

İntepe Çanakkale'ye 15 kilometre mesafede, yaklaşık 2000 nüfuslu bir belde. Rüzgârların şarkı söylediği, güneşin dans ettiği bir yer.

Cumartesi gününün programında Truva ve Asos vardı. İyice dinlenmiş olarak bu tarihi yerleşim yerlerine gitmek üzere gençlik merkezi’nden ayrılıyoruz. Bu gezide bizlere eşlik edecek olan Çanakkale Gençlik ve Spor Şube Müdürü Gürbüz Bey ile rehberimiz İzzet Bey de aramıza katılıyorlar. Gürbüz Bey misafirperver ve beyefendi bir insan. Gezi boyunca bizlerle çok yakından ilgilendi. Ayrıca rehberimiz İzzet Bey’den de bahsetmeden geçemeyeceğim. İzzet Bey kendini çok iyi yetiştirmiş, İngilizce ve Fransızca bilen, dört yıl Newyork’ta eğitim ataşesi olarak görev yapmış aydın birisi. İzzet Bey’le sıcak bir ilişki kurmamızın bir diğer sebebi de milli ve mukaddesatına bağlı oluşuydu. Ayrıca dedesi Çanakkale’de şehit düşmüş. İzzet Bey yurda döndükten sonra emekli olmuş, Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan sertifika alarak rehberliğe başlamış. Dediğine göre bu şekilde sertifika sahibi rehberlerin sayısı sadece otuz civarında. Rehber deyip geçmeyin Çanakkale’de rehber diye dolaşan o kadar niteliksiz ve bilgisiz insan var ki. Kulaktan dolma bilgilerle insanları kandırıyorlar.

Rehberimiz İzzet Bey’e tabi olduktan sonra ilk olarak Truva’ya, ardından da Asos’a gidiyoruz. Truva ve Asos hakkında kısaca bahsetmek istiyorum.

 Truva Kaz Dağı eteklerinde, zamanımızdan yaklaşık beş bin yıl önce M.Ö. 3000 yıllarında insanların yerleştiği ve kale inşa ettikleri antik bir kent.

 Çanakkale Boğazı’na hâkim bir noktada kurulmuş. Boğaza hâkim bir yerde kurulması Asya’dan Avrupa’ya uzanan ticari ilişkileri kontrol etmek amacına dayanıyor. Yani ekonomik sebepler ve jeopolitik konumu. Aynı yerde dokuz kez -farklı dönemlerde- kent kurulduğu ve farklı dönemlere ait 33 katman olduğu saptanmıştır.6. Truva’da büyük bir deprem meydana gelerek kent yerle bir olmuş. Bildiğimiz, İlyada destanında bahsi geçen -filmi yapılan, Hektor’le Aşil’in savaştığı- meşhur Truva ise 7. dönemde vuku bulmuş.

Tarihi kaynaklara göre Homeros'un 'İlyada' adındaki destanında anlattığı bu savaş ve kuşatma, İsa'dan önce 1194 ile 1184 yılları arasında tam on yıl sürmüştür.

Bölgede, 1863–1865 yılları arasında Truva'da ilk kazı çalışmasını başlatan İngiliz Frank Calvert.

1870 yılında Sultan Abdülaziz `in fermanıyla kazı çalışmalarına başlayan kişi ise Alman arkeolog Heinrich Schliemann. Büyük bir dolandırıcı olduğu söylenen bu zat Osmanlı Devleti’ne antik kenti aradığını söyleyerek ruhsat almış; fakat esas amacı İlyada destanında sözü edilen Truva hazinelerini ele geçirmekmiş. Schliemann bu amacına da ulaşmış. Hazinenin yerini tespit ettikten sonra bütün işçilere izin vermiş. Gece olunca da karısıyla birlikte meşhur Truva hazinelerini ele geçirmiş. Schliemann Truva'da bulduğu hazineleri önce Yunanistan'a kaçırmış, sonra da ülkesine götürmüş.

Osmanlı bu durumu fark ettiğinde atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Osmanlı Hükümeti, bu hazineyi geri almak için davacı olur; ancak Schliemann hazineyi iade etmek yerine, elli bin altın frank teklif eder. Schliemann’ın teklifi kabul görür ve üstüne üstlük, kendisine ikinci bir kazı için tekrar izin verilir. Fakat Osmanlı tedbiren bu tür sahtekârlıkların önüne geçebilmek için kazı çalışmalarının Türk müdürler denetiminde yapılması kararını alır.

Almanya'da olduğu bilinmekte olan hazine daha sonra sırra kadem basmış ve yakın zamana dek hazine hakkında bilgi alınamamış. Meğer II. Dünya Savaşı'ndan önce Almanya’yı işgal eden Ruslar hazineyi bulup Moskova’ya götürmüşler. Bu durum, Boris Yeltsin’in 1990’lı yıllarda Yunanistan’ı ziyareti esnasında hazinenin kendilerinde olduğunu ağzından kaçırmasıyla ortaya çıkmış. Biz de bunun üzerine Ruslardan hazinenin Truva’ya ait olduğunu söyleyerek iadesini istedik. Fakat Rusların verdiği cevap hazineyi 2. dünya savaşı sırasında bulduklarını, savaş ganimeti olduğunu ve bundan dolayı iade etmeyecekleri şeklinde olmuştur.

Truva’yı gezdikten sonra tarih öncesi bilgilerimizi tazelemeye devam etmek üzere Asos’a geçiyoruz. Bugünkü adıyla Behramkale. Asos aslında küçücük bir köy. Ünlü filozof Aristo'nun burada evlenmesine neden olacak güzellikte adeta saklı bir cennet gibidir.

Denizden 283 metre yükseklikteki Asos MÖ. VII yüzyılda kurulmuş. Tepeye vakti ile bir Athena Mabedi, tepenin eteklerine doğru da bir tiyatro kurulmuş. Bu dönem yerleşmelerinde genel olarak yapılan yüksekçe muhkem bir mevkiye bir tapınak kurup, tapınağın içinde bir put yapıp sonra da puta tapmaktır. Yani paganizm dönemi. Tapınağın bulunduğu en tepeye Akropol, lahitlerin bulunduğu en aşağı kısma da Nekropol denilmektedir.

Bu tepeden Edremit Körfezi'nin manzarası çok güzeldir. Hele güneş batarken bu manzarayı bir görmelisiniz. İzzet Bey’in dediğine göre Aristo ilk felsefe okulunu burada kurmuş. Eflatun ve Sokrat buralarda ders vermişlerdir. Asos 14. yüzyılda, Sultan Murat Hüdavendigar zamanında Osmanlı topraklarına katılmış ve 'Behramkale' adını almıştır. Asos'ta ilk kazılar, 1881–1883 yılları arasında, Clark ve Bacon başkanlığındaki Amerikan kazı ekibince gerçekleştirilmiştir Ancak yıllar sonra 1980 yılında, Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu başkanlığındaki Türk arkeolog ve uzmanlardan oluşan bir ekip, tekrar kazılara başlayarak Antik Tiyatro gibi muhteşem eserleri ortaya çıkarmışlar.

Hemen aklıma gelmişken söyleyeyim burada da Alman mühendis Karl Humann, Bergama Akropolü'ndeki görkemli Zeus Tapınağı'nı hiçbir engelle karşılaşmadan Berlin'e taşımıştır. İnsan üzülüyor doğrusu. Elin adamları kazı yapacağız diye gelip, bulduklarını memleketlerine götürüyorlar. Batan geminin malları kabilinden. Hatırlatmak istiyorum, bu tür olayları çok yaşadık tarih boyunca. Halen de yaşıyoruz. Devlet olarak bu tür şeyler karşısında maalesef hassasiyetimiz yok.

Buradan bakınca tam karşımızda Midilli adası duruyor. Bu adayı görünce insanın içi gidiyor. Burnumuzun dibinde bulunan bu ecdat hatırasının bir Yunan adası olduğunu düşünmek kahrediyor insanı. İnanın seslenseniz karşıdan duyarlar. Hele Şeref Hoca’nın isyanını bir görmeliydiniz. Nerdeyse adayı ele geçirmek için seferberlik ilan edecekti. Şeref Hoca’yı bu adanın Yunan adası olduğuna güç bela inandırdık.

Behramkale’de bulunan tarihi camide hep birlikte ikindi namazını eda ettikten sonra, tarihi limana inerek bir keyif çayı içiyoruz. Sonra da kamp merkezine gitmek üzere İntepe’ye doğru hareket ediyoruz.

Kamp merkezine geldiğimizde hava henüz kararmak üzereydi. Batmakta olan güneşin yansıması Boğazın lacivert sularının üzerinde raks ediyordu. Fırsat bu fırsat deyip, doğruca sahile iniyoruz. Güneş ışıltısını kaybetmeden kendimizi boğazın serin sularına bırakıyoruz.

Öğrencilerimizin mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Kimi günbatımını seyrediyor, kimi de sohbet ederek günün değerlendirmesini yapıyordu. Akşam yemeğini topluca yedikten sonra, ertesi güne iyice dinlenmiş olarak başlamak için öğrencilerimize istirahat etmelerini salık veriyoruz. Dedik ama serde öğrenci psikolojisi var rahat durur mu? O gece Zeki kardeşimle beraber saat sabahın 03.00’üne kadar uyumadık. Asayiş berkemal olana kadar etrafta kuş uçurtmadık. Odasından firar edenler mi ararsınız, balkondan balkona intikal edenler mi arasınız? Daha neler, neler…

Sabah 07.00’de kahvaltımızı yapıp bir daha dönmemek üzere İntepe Gençlik Kampı’ndan ayrıldık. Gelibolu’ya gitmek üzere Lapseki iskelesine giderek feribota bindik.

Gelibolu’ya doğru feribotumuz suları yararak ilerlerken, köşede muzip öğrencilerimizin Sivas televizyonuna röportaj verdiklerini fark ediyorum. Karşı kıyıları seçmeye başlarken, ilk olarak, tepeye kazınmış Mehmetçik figürünü görüyoruz. Biraz daha yaklaşınca,  Necmettin Halil Onan’a ait “

Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir!…”

Mısralarını heyecanla mırıldanmaya başlıyoruz. Dağın yamacına kazınmış bu mısralar daha şimdiden ruhumuzda derin fırtınalar estirmeye başlıyor. Gelibolu yarımadasına ayak bastığımızda duygularımız coşkun bir hal alıyor. Hüzünlü bir hava etrafımızı sarıyor. “Çanakkale içinde aynalı çarşı / Ana ben gidiyorum düşmana karşı” türküsü muhayyilemizde yankılanıyor. Rotamızı Çanakkale Boğazını takip eden bir yol eşliğinde sürdürüyoruz. Geçtiğimiz her yer tarihe şahitlik etmiş. Yol boyunca rehberimiz İzzet Bey bizi bilgilendiriyor. Burası Seddülbahir. Denizin Seddi demek. Seddülbahir Kalesi, 1659'da IV. Mehmet döneminde yapılmış.

Sonra Kilitbahir kalesinin dar kapısında içeri giriyoruz.  Denizin kilidi anlamına gelen bu kale boğazın güvenliği amacıyla, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılmıştır.

Sırasıyla Namazgâh ve Hamidiye Tabyalarını çıkıyor karşımıza.  İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin ölüm küstüğü bu tabyalar Mehmetçiğin tarihte emsali görülmemiş eşsiz kahramanlıklarına tanıklık etmiştir. M.Akif’in mısraları çınlıyor kulaklarımızda:

 Öteden saikalar parçalıyor afakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vadilere, sağanak sağanak…

 Mecidiye tabyasına doğru ilerliyoruz. Boğaz’a hâkim bir tepe üzerinde yer alan Seyit Onbaşı’nın anıtını görüyoruz.276 kiloluk top mermisini tek başına kaldırıp, İngiliz Ocean zırhlısını Boğazın karanlık sularına gömen bu eşsiz kahramanımızı rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.

Yolumuza devam ederek, Soğanlıdere Şehitliğini geziyoruz. Bu şehitlikte, kayıtlarda isimleri ve memleketleri tespit edilen 600 şehidimiz yatmaktadır.        

Her geçtiğimiz yer bizi biraz daha hüzünlü bir hale sokuyor, gözlerimiz dolu dolu oluyor. “Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; / Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... / Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.” mısraları dökülüyor dudaklarımdan.

Soğanlıdara Şehitliği’nden ayrıldıktan sonra Şehitler Abidesinin bulunduğu alana gidiyoruz. Burada bulunan abide şehitliğini dolaşıyoruz. Anaların vatana kurban olsun diye başını kınaladığı Mehmetler koyun koyuna yatmaktadır bu topraklarda. Çanakkale’deki şehitliklerimiz hepsi sembolik mezarlar. Her karışı şehitlerimizin mübarek kanlarıyla sulanmış bu topraklarda dolaşırken, Bayrak Şairimiz Arif Nihat Asya’nın “ Öpelim temizse dudaklarımız / Fakat basmasın toprağa temiz değilse ayaklarımız” mısralarını duyuyorum. Belki pek çok Mehmedimizin kimliği belli değil fakat şair demiş ya “ Yattığı toprak belli / Tuttuğu bayrak belli / Kim demiş meçhul asker diye”…

Şehitlerimizin manevi huzurlarında fatihalarla sunuyoruz hediyemizi. Şükran ve minnet duyuyoruz bu yiğitlere. Sonra Şehitlik abidesinin olduğu alana geliyoruz. Dört sütunlu muhteşem şehitler abidesi yüksek bir tepeye kurulmuş. Yaklaştıkça abide yükseliyor. Mehmetlerin aziz hatırasını selamlıyor sanki. Burada fotoğraf çektiriyoruz, tarihe not düşmek için.

Buradan Ertuğrul Koyu’na gitmek üzere ayrılıyoruz. 25 Nisan 1915 günü Gelibolu Yarımadası'nda Ertuğrul Koyu'na çıkarma yapan 3.000 askerden oluşan İngiliz kuvvetini on saat mavzer atışlarıyla sahilde durduran büyük kahramanlarımızın manevi huzurlarına çıkıyoruz. Düşmanın tümen sandığı bu yiğitler, Cennete girmeyi arzulayan Ezineli Yahya Çavuş ve 66 arkadaşıdır. Aziz hatıraları önünde saygıyla eğildiğimiz bu kahraman erlerin arasında dolaşırken mezar taşında “Rize-Çayeli 22 yaşında Mahmut Oğlu Kemal” serlevhasını gördüğüm şehidimiz dikkatimi çekiyor.

Yahya Çavuş Şehitliği'ndeki şu dörtlük Yahya Çavuş'u ve takım arkadaşlarının kahramanlığını veciz şekilde anlatmaktadır:

                                       “Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş'tular
Tam üç alayla burada gönülden vuruştular
Düşman tümen sanırdı bu şahane erleri
Allah'ı arzu ettiler, akşama kavuştular”

Bir metrekareye 6.000 merminin düştüğü, tarihin en kanlı çarpışmalarının yaşandığı Gelibolu yarımadasında şimdi gitmek üzere yola çıktığımız yer Conkbayırı. Önce Anzak Koyu’nu dolaşıyoruz. Burada ölen Anzaklar için yapılan mezarları görüyoruz. Üç Hintli Müslüman’ın mezar taşı dikkatimizi çekiyor. Binlerce kilometre öteden ne için geldiklerini bile bilmeyen bu askerler için kitabede Atatürk’ün şu sözleri kazılıdır:                            “........Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık Bizim evlatlarımız olmuşlardır.” Anzak Koyu’ndan ayrıldıktan sonra 57.Alay şehitliğine gidiyoruz. İçimiz buruk. Destanî bir savaşla mensuplarının tümü şehit olan bu kahraman yiğitlerin arasında dolaşırken, yine duygu fırtınaları esmeye başlıyor yüreğimizde. Tamamına yakını Allah’a kavuşan, aziz şehitlerimizin kabirleri çevresinde dolaşıyoruz. Rizeli şehitlerimize ilişiyor gözlerimiz. “Alioğlu İbrahim 24 yaşında, Hacı Salih 27 yaşında, Hasan Oğlu İsmail 30 yaşında, Ali Oğlu Salih 34 yaşında Tabur komutanı Yüzbaşı Ali Rıza…”

Bir gül bahçesine girercesine toprağın kara bağrına giren genç fidanlarımızı yine minnetle yâd ediyoruz. Âcizane birer fatihalarla veriyoruz hediyemizi.

Az sonra Bomba Sırtı denen yere geliyoruz. Çanakkale muharebelerinin en şiddetli yaşandığı yerlerden biri olan burası insanın yüreğini örseliyor. Aklımıza Mustafa Kemal Paşa’nın naklettiği şu olay geliyor: “Karşılıklı siperler arasındaki mesafe sekiz metre. Yani ölüm, muhakkak... Birinci siperdekiler hiç kurtulmamacasına kâmilen düşüyorlar. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyorlar. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. En ufak bir tereddüt göstermiyor... Okuma bilenler, ellerinde Kur'an-ı Kerim, bilmeyenler, Kelime-i Şahadet çekerek cennete gitmeye hazırlanıyorlar.  Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olunuz ki, Çanakkale Muharebesi'ni kazandıran bu yüksek ruhtur...”

Öndeki arkadaşlarının düşman kurşunuyla yere düştüğünü görmesine rağmen, az sonra aynı akıbete uğrayacaklarını bilen Mehmetçiklerimizin hiçbir tereddüt göstermeden, ileri atılışları, sergiledikleri feragat, onların maddeden vazgeçip, ruh-i mücerret hale gelişleri şüphesiz madde planında izah edilemeyecek bir vakıadır.

Onlar Tevhit’i kurtarmak için kendilerini feda etmişlerdir. Muhammed’in Kitap’ı çiğnenmesin diye kızgın ateşleri iman dolu göğüslerinde söndürmüşlerdir. Onların büyüklüğünü Büyük Akif ne güzel ifade etmiş:

                                      Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedir’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
'Gömelim gel seni tarihe' desem, sığmazsın.

                                                                            

                                             Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.

Mustafa Kemal Paşa’nın gözetleme kulesinin olduğu noktaya geliyoruz. Karşılıklı siperler yakın olduğu için burada Mehmetçik süngü hücumuna kalkıyor. Düşman donanma topçusunun yoğun ateşi altında cehennemi bir hal alıyor burası. Bu esnada bir şarapnel parçası göğsünde bulunan cep saatine isabet ediyor Mustafa Kemal Paşa’nın ve bu sayede hayatı bağışlanıyor.

25 Nisan 1915 sabahı gök kubbede şu sözler yankılanıyordu “Ben size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum, biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir” Anafartalar kahramanının verdiği bu emir savaşın kaderini değiştirmiştir. Yabancı kayıtlarda Mehmetçiğin bu süngü hücumu; “Türk Askeri tepeden aşağıya doğru sanki uçuyordu” şeklinde anlatılmaktadır. Burada 9.200 Mehmetçiğimizi şehit vermişiz.

Şehitlik ziyaretlerimizi burada tamamlayıp, Rize’ye gitmek üzere otobüsümüze biniyoruz. Otobüsümüz hareket etmeye başladığında, belleklerimizde canlılığını koruyor Gelibolu.

Yol boyunca zamanımızdan 93 yıl önce yaşanmış bu kanlı savaşın şanlı erlerini düşünüyoruz. Kulağımıza Binbaşı Lütfi Beyin; “Yetiş yâ Muhammet kitabın gidiyor” feryadı geliyor. Şahadet şerbetini içen Üsteğmen Nazif çakmak’ı, Yarbay Hüseyin Avni Bey, Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Bey’i hatırlıyoruz. Büyük komutanlar; Cevat Paşa’yı, Esat Paşa’yı şükranla yâd ediyoruz. Bir hilal uğruna batan güneşlere minnet duyuyoruz.

Otobüsümüz yolda akıyor, hatıralar zihnimizde. Yahya Kemal’in; “Cennette bugün gülleri açmış görürüz de / Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde” mısraları hayalimizi kaplıyor.

Çanakkale büyük bir destan, onu anlatmaya kalemler yetmez, sayfalar almaz. Benim anlatmaya çalıştığım sadece deryadan bir damla…

22 saat süren yolculuğun ardından ertesi gün saat 15.00’te Rize’ye varıyoruz. Gençlerimiz de bu gezinin heyecanını görmek, bizleri mutlu ediyor. Asım’ın Nesli cepheden dönmedi. Bizler için canlarını feda eden şehitlerimizin aziz hatırasını yaşatacak gençlerimize sahip çıkmamız lazım; çünkü onlar damarlarında bu asil kanı taşıyorlar.

Üzerinden biraz zaman geçse de geziyle ilgili intibalarımı, his ve düşüncelerimi yazmaya koyulmuştum. Bu esnada Zeki Bey’in telefonu geldi: “8 Temmuz Salı akşamı Rize TV’de geziyle ilgili düşüncelerimizi anlatmak üzere canlı yayın programına davetliyiz.”

Salı akşamı, Zeki Bakırcı kardeşim ile öğrencilerimiz Seda ve Özge ile birlikte canlı yayın programına katıldık. Dilimizin döndüğünce gezi boyunca yaşadığımız heyecanı, duygu ve düşüncelerimizi seyircilerimizle paylaştık.

Bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyor, hepinize sevgi ve muhabbetlerimi gönderiyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Editör: HABER MERKEZİ