Ne kadar toprağımız varsa kazıyıp çay ekelim…

Toplumumuz bu düşünce ile başladı geçimini dört aylık çay tarımından on iki aya yaymaya. Köylerde, mahallelerde ve sonraları dağlık yerlerde ne kadar ormanlık yâda meşelik varsa sökülüp yerine çay ekimi yapıldı. Nasılsa bir kontrol mekanizması da yok; eken memnun, fabrika açan memnun, işçi alan memnun, işçi memnun ve üretici memnun…

Böyle geçti bir kuşağın bir ömrü. Geldik bizim kuşağa: Ortada ciddi bir sorun var. Bakalım nasıl çözülecek? Çözüm zor gözüküyor. Çay politikası neredeyse yerleşik tüm halkı yakından ilgilendirdiği için ortak bir çözüm samimi yaklaşımlarla olabilecektir. Ancak biz konuya başka bir taraftan bakalım.

Çay tarımı neden tembelliği getirdi diye sorunca şu cevaba rastladım: Çay bitkisi kökleri gibi toprağın verimini emerken aynı zamanda insanımızın verimini ve üretimini de tüketmiştir, emmiştir. Çünkü çay üretimi o kadar titiz bir tarım değildir (yada bizde öyle değildir).

Ayrıca dünyanın her yerinde tarımla ve hayvancılıkla profesyonel olarak erkekler uğraşmaktadır. Ama bizde durum tam tersidir. Rize ili genelinde çay tarımıyla uğraşanların genelini kadınlar oluşturmaktadır. Kadını bu kadar zor bir arazide uğraştırmak başka alanlarda da sorun oluşturmuştur ama şimdi yeri değil. İlerde ona da değiniriz.

Dağ, bayır, çayır her yerde çay üretimi yapılmaya başlandı ve bunun sonucunda da topraklarımızın diğer verimliliği unutuldu, unutturuldu. Topraktan çay dışında ürün almayı unutan toplumumuz diğer ihtiyaçlarını çarşı, pazardan temine kalkınca da 4 aylık çay üretimi 12 aylık geçimi daha da zorlaştırdı. Şimdi kara kara düşünelim, kaç para olsun ki bir kilo çay dört ayın ortalamasıyla on iki ay geçinelim.

Oysa bütün ihmallerimize rağmen doğamız bize hala ne kadar da cömert. Neyi var neyi yok ortaya koyuyor. Biz üretimini yapmasak bile kendisi al, al, al diyor. Bağrımı açtım sana. Lahana, mandalina, armut, karayemiş, ıhlamur, kara üzüm, sebzeler, meyveler, arıcılık, ısırgan otu, mısır, fasulye… say say say…. Bak şu doğanın nimetine (Şükür Allah’a). Ama yazık bize. Karalâhanayı bile marketten satın almayı marifet edindik de bahçemizin köşelerini çok gördük onlara.

Çay bizi tembelleştirdi efendim. Kim ne derse desin. Bir kere ekersin, kırk yıl biçersin. Arada bir budama yaparsın, otunu ayıklarsın. Yağmurda, çamurda toplayınca da “Ne zahmetli bir iş bu dersin”. Bu işi de kadınlara bırakırsın. Sonra kahvede kaçan papazın arkasından bacak atarcasına, “Bu ücretle bu çay toplanmaz dersin”, Gürcü işçileri gündelikçi tutarsın.

Bir gidip bakın Anadolu’daki diğer tarımla uğraşanların hallerine. Sabah namazından sonra insanların nasıl bağında bahçesinde akşama kadar ektiği ile sevgili olduğunu görün. Sonra akşamüzeri eve giderken çay bahçelerinin haline bir bakın. Düzensizliğe şahit olun.

Evet, çay tarımı Karadeniz erkeğini tembelleştirdi. Keşke toprağımızın bize verdiği diğer nimetleri unutmasaydık, her yere çay ekmeseydik. Bir yandan çay satarken diğer yandan kara üzümleri kasalasaydık. Ankara’da, İstanbul’da karalâhana arayanların ayağına marketlerde markalı satışlar yapsaydık. Yani sektör olsaydık. Bir araya gelseydik.

Hani bir Alman atasözü vardır, halimize gülmek için söylenen: “Su akar Türk (Karadenizli) bakar”. Halimiz aynen böyle; “Toprak bol bol nimet verir, biz karşısına geçip çay içeriz”. Karadenizliyiz ya kendi eleştirel sözümüzü yine kendimiz söyleriz.

Kalın sağlıcakla.