Dağların eteklerinden tepeye doğru helezonik kıvrımlarla çıkan yolun etrafı yüksek apartmanlarla çevrilmiş. Başınızı kaldırdınız mı bacalardan çıkan dumanların gökyüzünde ay ışığının altında adeta siyahi dalgalarla dans ettiğini fark edebilirsiniz, yol boyunca işaret levhaları; kış olmasına rağmen etrafına kediler dolanmış çöp varilleri, soğuk bile bu dolu dolu varillerin kokusunu gizleyemiyor, kedilerin yiyecek arayışıyla etraf çöp tarlasına dönmüş..!

***

Aydınlatılmış  yoldan yavaş yavaş ilerliyorsunuz, lambaların çoğu patlamış olduğu için aydınlatmadan ziyade gölgelendirme de denilebilir aslında. Bu ortamda loşluğa alışmak için zaman gerekli ve gözlerinizi kısıp ilerlediğinizde apartmanın arkasındaki gecekondu vari fakirhaneyi seçebiliyorsunuz…

***

Alışkınsınız böyle manzaralara bu yüzden fazla etkilenmiyorsunuz, telaşla sokak numarasına bakıyorsunuz “acaba adres burası mıydı?” diyorsunuz kendi kendinize. Aslında sizi ağırlayacak olan kişinin gelip almasını beklemeliydiniz diye düşündürüyor bu durum sizi, yok ama olsun kabalık olurdu kendiniz bulurdunuz nasılsa, taksi doğru yerde bırakmıştı sizi, iş sadece sokak numarasını doğru okuyup, doğru apartmanı bulup, doğru zile basmaktı. Hep seyahat etmeye ve adres bulmaya alışıktınız, ayrıca tüm şehirler birbirine benziyordu. Aynı dağınık ve çarpık yapılaşma, aynı çukurlu yamalı yollar, hatta aynı patlamış lambalı direkler, utanmasanız kediler bile aynı diyeceksiniz, bu düşüncelerle kendi kendinize gülmekle üzülmek arası bir ifade beliriyor yüzünüzde, “bu iş” diyorsunuz , “burası Türkiye her şey  mubahtır…”

*** 

Neyse bunları düşünürken göz attığınız kapı numaralarının içinden birden adresinizdeki numarayı fark ediyorsunuz, “aslında otele gitmek isterdim ama o kadar ısrara karşı ayıp olurdu” diye içinizden geçirirken katın ziline basıyorsunuz. Otomatın ziliyle açılan kapıdan dalıp asansöre yöneliyorsunuz, kata çıktığınızda, asansörü kapısını açmanızla sizi beklen ev sahibinin tebessümüyle karşılaşıyorsunuz sizde gayri ihtiyarı aynı şekilde tepki verip uzatın eli sıkarken “merhaba” diyorsunuz. Ev sahibiniz sizi içeri buyur ediyor hoşbeş, yemek  muhabbet derken konuşacağınız konuları sonraki zamanlara bırakıp size gösterilen odada dinlemeye çekiliyorsunuz…

*** 

Sabahın ilk ışıklarıyla uyanırken kaloriferin sıcaklığı tüm odayı sarmış, giyinerek çıkıyorsunuz odadan, el yüz, lavabo ihtiyacı derken odanıza gitmekle, gece ağırlandığınız salona geçmek arasında bocalıyorsunuz bu esnada ev sahibiniz fark ediyor sizi ve kahvaltı için mutfağa davet ediliyorsunuz. Her şeyin sıradanlığı, sıcaklığı, yakınlığı, karışıklığı hep aynı, gayet  doğal geliyor ha İzmir, ha İstanbul, ha Ankara veya TR’ nin başka herhangi bir şehri, işiniz dolayısıyla çok seyahat ettiğinizden arada artık fark olmadığını hatta neredeyse bu şehirlerin bir birinin kopyası olduğunu düşünüyorsunuz…

*** 

Kahvaltı faslının akabinde, biraz havadan sudan, işten güçten çoluk çocuktan, ekonomiden siyasetten daldan dala atlayan sohbetinizle kahvenizi içtikten sonra halletmeniz gereken işlerinizi dile getiriyor ve gitmeniz gereken adresleri sorarak aldığınız tarifle ayaklanıyorsunuz, ev sahibiniz size arabasıyla yardımcı olmak istediğini söylüyor, sizse nezaketle teklifi geri çevirip kendiniz halledebileceğinizi söylüyorsunuz…

*** 

Neredeyse öğlen olmaya başladığını göz attığınız saatinizden fark edince, aklınızdan hangi işinizi hangi zaman diliminde halledebileceğinize dair  hızlıca beyninizden plan yapıyorsunuz, eğer işlerinizi planınızdaki zamanlamada halledebilirseniz iki güne biter ve dönebilirsiniz, böylece ev sahibinize de fazla yük olmayacağınızı hesaba katıyorsunuz. Bu düşüncelerden toparlanıp, evin hanımına ve beyine hoş çakal dedikten sonra dışarı çıkıyorsunuz ve çıkmanızla o çirkin betonlaşmanın getirdiği dayatmalar sarıyor sizi. Diz boyu kar kürenmiş, yerlerin, toprakla karın ezilmesiyle meydana gelmiş çamurumsu yapısına ayak basıyorsunuz, başınızı kaldırdınız mı gökyüzü yerine sıkışık sokağın karşı apartmanının tepesine çarpıyor bakışlarınız. Daracık ancak sıkış tepiş yürünebilen tek yön sokakta beş dakikalık yürüyüşten sonra meydana varıyorsunuz… Bu defa biraz ferahlıyorsunuz, en azından daracık sokağın içinizi sıkan kasvetinden kurtulmuş rahatlamışsınız ama başınızı kaldırdığınızda karşılaştığınız manzara bu kadar sıkış tepiş bir yaşamı bu dağın nasıl taşıyabildiği düşüncesi oluyor. Karşı yamaç irili ufaklı apartmanlarla dolu, aynı daracık yolları ve devrik çöp bidonlarını fark ediyorsunuz.

*** 

Diğer tarafta ilginç gelen şey gecekondu yapıları ve bunların apartmanlarla iç içe geçmiş çarpık görüntüsü. Karşıya geçit ise, Demir köprülerle sağlanmış, dere boyunca beş veya altı tane sayıyorsunuz görüş alanınızın içinden. Ortalık çamur gölüne dönmüş, araba ve gürültü kirliliği kulaklarınızı uğuldatıyor, havaya bakıyorsunuz sis gibi bir şey ama bu bacalardan yayılan dumanın azizliği, kömür sobası ve mazot benzin veya odun kömür kullanılan merkezi ısıtma sistemlerinin yaydığı kara gözlü zehir…

***

Boğulacak gibi hissediyorsunuz kendinizi, aslında diğer büyük şehirlerde hava kirliliği bir nebze azaltmaya yönelik önlemler alınmaya çalışmış ve etkili olmaya başladığı söylenebilir, burasıysa yeni şehir olduğu için her şeye atlamış, zaten yerli halkı da orta halli insanlar ve getirilecek herhangi bir yeni kaliteli ısıtma sisteminin ödemelerine  maddi güçleri yetmez. Bu gözlemlerle ilerlediğiniz yollardan aradığınız işyerini buluyor gerekli görüşmelerinizi yapıyor ve dönüyorsunuz. Öğle yemeğini dışarıda yiyorsunuz, yöresel menülerde kalkmış artık modernleşmenin içerisinde bu düşünceyle en iyi bildiğiniz ve güvendiğiniz menüyü söylüyorsunuz, pilav üstü kuru yanına cacık, üstüne Türk kahvesi…

*** 

Yemekten sonra biraz daha dolaşmak istiyorsunuz. İkiye ayrılmış bu küçük yerleşim birimi aşağısı kaplıcanın bulunduğu yer yukarısı ayrı bir mahalle, isimler eski ama görüntü yeni. Kaplıcanın olduğu mahalleye Aşağı Ambarlık, Kaplıcadan yukarısı ise Yukarı Ambarlık olarak isimlendiriliyor. Yukarı doğru yürümeye başlıyorsunuz bata çıka, Allah’tan daha önce haberleştiğiniz ev sahibiniz sizi uyarmıştı da uygun ayakkabılar giymiştiniz yoksa bu havada normal bir ayakkabıyla yürümek zordu. Yokuş yukarı ilerleyince karşınıza çıkan tepeyi aşıyorsunuz apartmanlar orman gibi sarmış küçük küçük tepecikleri, hepsi çok üst üste, yol açma makinelerini görüyorsunuz kaba ve çirkin çirkin sırıtıyorlar daracık yolun kıyısında. Tek ağaç dalı göremiyorsunuz, belki bir iki yol kenarı süsü. Oda belediye tarafından nezaketen konmuş olmalı diye düşünüyorsunuz. Tepelere doğru helezonik şekilde çıkan yollarda da ağaçlık orman adına bir şey kalmamış. Süs adına trafolar sırıtıyor sokaklarda…

***

İçinizin daraldığınız hissediyorsunuz birden, oysa netten,  buranın yirmi sene önceki haline baktığınızda karşılaştığınız muhteşem manzara karşısında küçük dilinizi yutmuştunuz nerdeyse. “İnanılır gibi değil” diye düşünüyorsunuz, “bu resmen cinayet “ diyorsunuz kendi kendinize esefle. “Olacak değil, bu kadar kısa bir zamanda nasıl bu hale gelmişti burası böyle”. “Ama insanoğlu” diye hayıflanıyorsunuz “çiğ süt emmiş elindekinin kıymetini bilmez, geleceği düşünmez, yakar yıkar yok eder sonra kendi isteğine göre yapılandırır. Yapılacak bir şey kalmamış artık, geri dönüşü olmayan yola girmiş, belki dikeceğiniz bir dal ağaç bile neredeyse gericilikle itham edilip hapse bile atılmanıza neden olacak bir sistem getirmiş dünyaya…”

***

Bu sıkıntılı düşüncelerle, diğer işinize doğru yol alırken, “biran önce işlerimi halledip dönmeliyim ve bende bu kısır döngüye alışmalıyım” gibi teslim ol bayrağını çekmiş bir halde yolunuza devam ediyorsunuz…