Ülkemiz ne yazık ki özellikle son otuz yılda işbaşına gelen hükümetlerin Enerji Bakanlarının öngörü yoksunu ve önünde ki seçimi riske atmamadan günü kurtarmadan oluşan kısır politikaları sonucu enerji alanında ciddi bir açmaza sürüklenmiş bulunmaktadır. Türkiye bu yanlış uygulamaların sonucunda gittikçe dışa daha da bağımlı hale getirilmiş, neticede bugün doğalgaza ve doğa katliamı ile sularımıza adeta el koyma demek olan HES Projelerine endeksli bir tablo karşımıza çıkmıştır.

Türkiye’nin güncel kurulu gücü yaklaşık 42.000 MW (Mega Watt) düzeyinde bulunmakta, ülkemizde söz konusu santrallerden sağlanan takribi 200 Milyar Kilo-Watt-Saat (KWh) enerji tüketilmektedir. Bu kurulu gücün %75’inin ithal kaynaklar (petrol, doğalgaz, kömür)  ile çalıştırıldığı düşünülünce de vahim tablo bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Yapılan projeksiyonlar ve yüksek senaryoya göre kurulu gücün 2020 yılına kadar 96.000 MW düzeyine çıkarılması gerektiği hesaplanmış olup, iki kattan fazla artışı ifade eden bu düzeye rüzgâr enerjisi, HES, yerli kömür, jeotermal ve benzeri kaynaklara dönük yatırımlar ile ulaşılmasının hayalden öteye geçmesi mümkün değildir.

İhtiyacımız olan enerjiyi dışa bağımlı olmadan kendi kaynaklarımızdan üretilebilmesinin yegâne olanağı ise atom santrallerinde yatmaktadır. Bugün gelişmiş ülkelerde bir santralde ünite başına 2.000 MW’ dan fazla kurulu gücün sağlanabildiği ortamda ülkemizde ne yazık ki bu konuda geç kalınmış ve nihayetinde bir AKP Klasiği olarak adlandırılabilecek olay ile Osmanlı’nın Kapitülasyonlarını bile gölgede bırakan Kanun ile Rusya Federasyonu ile imzalanan antlaşma onaylanmıştır. İşin trajikomik tarafı ise, adeta yurdun bir kısmının egemenliğini Rusya’ya terk eden ve ülkemize hiçbir katkı, teknoloji transferi sağlamayan bu sözleşmeyi AKP Sözcülerinin halka büyük bir başarı olarak sunmalarıdır. Aslında işin ironisi faaliyete geçtiğinde üretimi için Kilo-Watt-Saat (KWh) başına uzun pazarlıklardan sonra 12,36 Sent ödeyeceğimiz bu atom santrali yerine enerjiyi Rusya’nın kendi topraklarında kurulu santrallerden doğrudan satın almanın ülkemiz açısından daha ekonomik ve daha emin bir çözüm olarak ortaya çıkmasıdır. Zira Rusya Federasyonu’nun kendi ülkesinde ki atom santrali kaynaklı elektrik enerjisinin maliyeti yaklaşık 1,50 Sent / KWh düzeyinde bulunmaktadır, yani bu rakam bize satacakları bedelin sekizde biridir. Ülkemizin geleceğini ipotek altına atan bu antlaşma ile AKP’nin günü kurtarmak, halkı her zamanki gibi kandırmak ama her şeyden önce ülkemizin varının yoğunun satıldığı ortamda santral inşaatı esnasında ülkemize Rus Şirketince aktarılacak bir miktar ön kaynağın krizde olan ekonomiye biraz canlılık getireceğini hesaplayarak denize düşen yılana sarılır psikolojisi içerisinde hareket ettiği kaçınılmaz sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu uluslararası sözleşmeden kimlerin nemalandığı, komisyonların kimlerce tahsil edildiği, hangi yandaşların ihya edildiği er geç ortaya çıkacak ve tarih bunları yazacaktır.

Atom enerjisi gereği gibi kullanılması halinde dünyanın şu anda alternatifsiz en zengin ve en temiz enerji kaynağıdır. Ülkemizin idealist bilim adamları bu gerçeği daha 1956 yılında görmüş, devlet bütçesine o yıl bir araştırma reaktörünün kurulması için 270.000 ABD-$ ödenek konulmuş ve İstanbul'da Küçükçekmece Gölü kenarında şimdiki arazi istimlâk edilmiştir. Bu arazide TR-1 Reaktörünün 1959-1962 yılları arasında ihaleyi alan Amerikan Şirketince inşaatı gerçekleştirilmiş ve bu araştırma reaktörü 27.Mayıs.1962 tarihinde işletmeye alınmıştır. Bu üniteye kenarında bulunduğu gölden esinlenerek 1960 yılında "Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi" adı verilmiş, Atom Enerjisi Kurumu’nun (AEK) kuruluşu tamamlanmıştır. Ankara Nükleer Araştırma Merkezi de 1967 yılında faaliyete geçmiştir. Ancak bu denli erken başlanan bu çalışmaların sonu ne yazık ki getirilememiş ve ülkemiz bu tesislerden sonra atom enerjisi için gerekli olan uranyum zenginleştirme faaliyetlerinde bulunamamıştır. Bugün ülkemizde tamamen Kanada’dan getirilen yakıt ile çalıştırılan ikisi AEK Bünyesinde biri de Üniversite bünyesinde olmak üzere üç adet araştırma reaktörü bulunmakta ve elde edilen sonuç tıp alanı için gerekli ama sektör için önemsiz izotop üretiminin ötesine geçememektedir.

Oysa o yıllarda başlanan çalışmalar gerektiği gibi ileri götürülse, önemli zenginleştirme faaliyetlerine o gün başlansa bugün Türkiye’nin çok farklı noktada olacağı tartışılmazdır. Seksenli yılların başında yapılan atakta boşa çıkmış, yetiştirilen onca personel, bilgili santral operatörü buzdolabı veya çamaşır makinesi fabrikalarında montaj işlerinde çalışmak durumunda bırakılmıştır.

Atom santrallerinde dört önemli faktör ortaya çıkmaktadır, ilk faktör çevre emniyeti anlamına gelen reaktör binasının bulunduğu arazidir. Deprem ülkesi olan yurdumuzda bu bakımdan seçilen Akkuyu ve Sinop yöreleri en rizikosuz alanlardır ve yer seçimi tamamen doğrudur, kontrol edilemeyen deprem riski bu şekilde bertaraf edilmeye çalışılmıştır. İkinci faktör ise reaktörün ihtiyaç duyduğu bol ve kesintisiz miktarda soğutma suyu kaynağıdır. Avrupa Ülkelerinde ki gibi düzenli debisi olan, kuraklıktan etkilenmeyen nehirlere sahip bulunmayan ülkemizde bu bakımdan deniz kıyısının seçilmesi elzemdir. Üçüncü faktör emniyetli bir operasyon açısından yetkin ve deneyimli santral operatörlerine sahip bulunulmasıdır. Son faktör ise yakıt çubuklarıdır. İlk iki faktör reaktör inşaatı son iki faktör de santral işletmesinin temelleridir. Ama ne yazık ki Rusya Federasyonu ile yapılan antlaşmada son iki faktör ülkemiz menfaatleri açısından devre dışı bırakılmıştır. Rusların Türk Personel yetiştirme zorunluluğu bulunmamakta, yakıt çubuğu üretimi için teknoloji transferi ve Türkiye’de tesis kurulması ön görülmemektedir. Adeta ikinci bir Küçük Kaynarca Antlaşması imzalanarak Kırım örneğinde olduğu gibi bazı topraklarımızın Ruslara terk edilmesi, onların da istedikleri gibi bu egemenliğimizden çıkan alanlarda santral inşaatına başlamaları söz konusudur. Bu yapının örneğin Rusya’nın Rostov Kentinde yürütülen ve içerisine vasıfsız Türk İşçilerinin çalıştığı bir santral inşaatından farkı bulunmamaktadır. 

İlk olarak ABD tarafından ikinci dünya savaşından sonra kullanılmaya başlanan, ancak önceleri İngiltere’den bile esirgenen bu teknoloji daha sonra Sovyetler Birliği tarafından da ele geçirilmiş, ilerleyen süreç zarfında Kanada, Fransa, İngiltere ve Almanya gibi ülkeler de  bu enerji kaynağına yönelmişlerdir. Birleşmiş Milletler Çatısı altında kurulan Dünya Atom Enerjisi Ajansı önceleri altı devlet dışında ki (ABD, Kanada, Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya) ülkelerde atom bombasının yapımının engellenmesi gerekçesi ile uranyum zenginleştirme faaliyetlerini engellemeye çalışmışsa da ilk önce Çin, daha sonra İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore bu kısıtlamayı delerek hem atom enerjisine hem de atom bombasına sahip olmuşlardır. Bugün bu Ajans Müfettişleri aracılığı ile dünyada ki atom enerjisi kullanımını denetlemeye, atom bombası yapımını engellemeye çalışmaktadır.

Son günlerde gündemi teşkil eden olaylar zincirine bakıldığında İran’ın bile Uranyum zenginleştirme olanaklarına sahip olduğu görülmektedir. Bunun Rusya’nın bizden esirgediği teknoloji transferini İran’a yapmasından kaynaklandığı düşünülünce de ülkemizin içerisine düşürüldüğü zavallı durum bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Uranyumun zenginleştirilmesi çok önemli teknolojik bir olanak ve yedi sekiz aşama gerektiren kapsamlı bir yatırım projesi anlamına gelmektedir. Bu teknoloji bugün başlansa en erken on beş yıl içerisinde gerçekleştirilebilecek bir projedir. Yani çok övünen AKP önceki tüm hükümetlerin kabahatini bir tarafa bırakarak bu yatırıma iktidarının ilk yıllarında başlasa yolu bugün yarılamış olacak, Rusya ile farklı şekilde masaya oturma imkânına kavuşacaktı, ama tabii ki bu olmamış, dışa bağımlı olmamanın, yerli kaynakları harekete geçirmenin programında bulunmadığı AKP bu teknolojiye en ufak ödenek bile ayırma gereğini duymamıştır.

Uranyumun zenginleştirilmesi %99,3 oranında ağır U238 ve %0,7 oranında aktif U235 ’den oluşan uranyum madeninin santrifüjlerde izotop ayrıştırılmasına tabi tutulması anlamına gelmektedir. Sahip olunan santrifüj sayısı ise atom santrali için gerekli yakıt üretiminden atom bombası yapımına uzanan yetkinliği sergilemektedir. İran bugün kendi kaynakları ile önemli bir aşama gerçekleştirmiş, aslında bize örnek olması gereken tavrı sergilemiştir. Ülkemizde ne yazık ki Uranyum madenleri konusunda da araştırma yapılmamış, doğal kaynaklara ulaşılamamıştır. Ancak ülkemizde çok zengin Toryum rezervleri bulunmakta ve bu madenin ileride Uranyumun yerini alacağı söylenmektedir. Bugün Uranyum kullanan ve teknolojisini bunun üzerine kuran devletlerin Toryum kaynağına yönelmeyeceği açıktır. Diğer yandan Toryumun önümüzdeki yıllarda en stratejik nükleer ve enerji maddesi olacağı düşünülmektedir. Yapılması planlanan yeni tip enerji santralleri gerçekleşirse Toryum Dünya’nın en stratejik elementi olacaktır. Bu da trilyonlarca varil petrole eş değer bir kaynak anlamına gelmektedir. Ancak kaybedilen elli yıllık zaman dikkate alınarak ülkemizde öz kaynağımız Toryum kullanımının kapsamlı bir şekilde araştırılmasına paralel olarak uranyum zenginleştirme tesislerinin kurulması yolunda yatırımlara ivedilikle başlanması gerekmektedir. Bu enerji açığı tablosu karşısında ülkemizin kaybedecek zamanı bulunmamakta, en erken sonucun on beş yıldan önce alınamayacağı unutulmamalıdır. Ancak bütün bu adımların Milli bir Hükümet tarafından atılabileceği düşünülürse, olayın AKP’nin iktidardan uzaklaştırılacağı bir sonraki seçimden önce gerçekleşemeyeceği de açıktır. Bugün enerjisinin %70’ini atom enerjisinden sağlayan Fransa’nın, atom enerjisi payının %30 düzeyinde bulunduğu Almanya’nın KWh başına elektrik maliyetlerinin 2,50 Sent olduğu düşünülünce ülkemizin yediği kazık ve mahrum bırakıldığı teknoloji daha acı bir şekilde gözlerimizin önüne serilmektedir. Her biri Yüce Divan’da ayrı dosya konusu olan tüm bu olaylar karşısında AKP’nin neden Anayasa değişikliği ve kendine bağlı Yargı yaratma ipine sarıldığı, referandumda evet çıkarmak için hiçbir yol ve metottan kaçınmadığı, her türlü kandırmayı mubah saydığı daha iyi anlaşılmaktadır.