Ey kuku dertli kuku,

Ben yazeyim sen oku,

Telini vereyim de,

Yare bir çorap toku,

Bu türkü bizim yörenin klasiklerinden. Türküleri anlamak beklideki Karadeniz insanını anlamak demektir. Bilirsiniz her bir kilim motifi, her bir renk, her bir yazma oyası, her bir çorap motifi veya bir horon figürü, tulumun nağmesi kendi dilinde çok şey anlatır. Türkülerse bu motiflerin kelimelere ve duyguların melodiye yükleyen dili olmuştur çoğu zaman.

Dertli bir Karadeniz kadınının gurbet ellerdeki eşine, sevdiğine ulaşma yöntemidir bazen. Bir mektuptur yazdığı. Mektubunu duygularıyla kuşlara yükler, onlarla salar gurbet ellere.  Şehir kadınının beklide kendinden daha kaba saba ve romantizmden uzak gördüğü bu kadınlar öyle ince üslupla kendilerini ifade ederler ki bunu anlamak beklide ki doğanın dilini çözmeyi gerektirir. Motiflerini, imgelerini tamamen yaşamdan alır.

Dertlerini, edebinden terbiyesinden beklide ki utangaçlığından kimseyle paylaşamamış ve  dağlar da kuşlara, kurtlara, börtü böceğe anlatmış. Belki dekoltesi, minisi yokmuş giyimin de ama bir bakışı yetermiş yarine sevdasını anlatmaya; veya tatlı bir bakışı, bir gülüşü. Romantizmin ve sevdanın en temizini yaşamayı başarmış. Ne öğretilmişse onu vermiş yaşama.

Kadın ve töre, Karadeniz de daha başkadır. Tabi geçmişe baktığımızda şimdilerde geleneklerin tatlı esintisinden ziyade modernizmin flört seyri çıkmış ortaya. Kadın ve töre, sevgi ve edep birbiriyle öyle tatlı, çekici ve sevgi dolu yoğrulmuş ve bunların yaşama kattığı anlamalar o kadar dolu doluymuş ki başka arayışlara yönelme ihtiyacı duymamış.

Doğa, kendi diliyle eğittiği sevdasını ve duygularını yüklediği kadını, başının tacı yapmış. Tüm yüreğini açmış ve kendinden beslediği ve hemcinsi olarak büyüttüğü bu varlığı kendine dost edinmiş. Kadında bunu kabul etmiş ve vazgeçememiş. Onun için kuşu, kurdu, çayırı, çimeni, ineği arkadaşı dostu, rızık kapısı ve duaları olmuş. Erini, gurbete yollarken arkada yol yoldaş etmiş kendine dağlarını, bayırlarını, kuşunu, börtü böceğini.

Türkülerini dizelerken, nağmelere dökerken gözlerinden süzülen yaşlarına yoldaş etmiş karakuşu, elinde ördüğü çoraba nakış. Telini yol bellemiş ördüğü çorabında. Bir yumak belki iki yumak boyu uzaktaki yarine ulaşırken karakuş, yüreğini de emanet etmiş dertlerini dile getirirken el diyarlarına.

Bu türküyü seçmemde aslında birde anım var. Hatırladıkça beni geçmişin tatlı saatlerine gönderen. “Saybetur” dediğimiz yerimizdeki “paçkamıza” gidiyoruz halamla. Şimdi hatırlamadığım bir nedenle ve zamanda… Belki biçmeye, belki oduna, belki ayıklamaya veya başka bir köy işi için. Soluklanmamız için oturduğumuz bir sırada söylemiştik bu türküyü. Elinde çorabı vardı. Bu türküyü özellikle seçmesinin nedenini bilmiyorum ama o an öyle tatlı ve duygulu bir şekilde söylediğimizi hissetmiştim ki bende çok tesir etmişti. Birde “Çayırlık” havası dediğimiz, uzun soluklu bir kaideydi. Birazda utanmıştım. Bekli halamla ilk defa türkü söylediğimizdendi; belki bana da benzer duyguları hissettiren birileri vardı kalbimde.

Her ne olursa olsun, kadının ve doğanın bu özdeşleşmiş yaşam şekli zaman içerisinde değişen hayat anlayışından etkilendi. Şimdide var türküler, horonlar, dağlar, taşlar bayırlar ama nasıl var..? Kendinden uzaklaşmış. Doğadan ve doğal yaşamdan uzaklaşmış. Zamanında kendi içinde doğayla uyum içinde yaşayan insan beklide gurbetçi zihniyetinde değişmesiyle değiştirmiş ve beklide tamamen gurbet yapmış… Taşı toprağı altın benim dağlarımın. Yüreğimi, altının ince nakış’ı gibi nakış nakış işleyip beni kendine bağlayan dağımın taşımın toprağımın bir gramını beklide bin bir gramını bile değişmem hiçbir şeye... Bilirim ki yüreğinde Dağların, derelerin, ormanların sevdası, şarkısı dolaşan kimsede değişmez. Öyleyse neden bir elde biz atmıyoruz yapılan hoyratlıklara, kıyımlara. Yoksa hepten mi betonlaştı yüreğimiz..?