Eski başbakan Mesut Yılmaz, başbakanlığı döneminde kendisinin ve bakanlarının dönemin ABD Büyükelçisi ve ABD’li üst düzey isimlerce tehdit edildiğini açıkladı. Yılmaz, Haber3.com yazarı Aydın Sezer’in Dış Ticarette Durum adlı dergi için yaptığı söyleşide önemli bilgiler verdi.

Şu sıralarda AKP'nin sahiplendiği Mavi Akım Projesi'nin projesinin kendi hükümetleri döneminde adımlarının atılıdığını hatırlatan Mesut Yılmaz, 'Maalesef Nabucco Türkiye’nin lehine sonuçlanmamıştır. Türkiye bu konuda elde etmesi gereken tavizleri elde edememiştir.' sözleriyle hükümeti eleştirdi.

Daha önce Meclis'te yaptığı bir konuşmada ABD Büyükelçisi'nin Mavi Akım projesiyle ilgili kendisini tehdit ettiğini açıklayan Yılmaz, derginin son sayısında çıkan röportajda yine bu konuya değindi.

Yılmaz, kendisinin ve dönemin hükümetinde önde gelen isimlerinden Ahat Andican'ın ABD elçiliğinden isimlerce uyarıldığını şu sözlerle anlatıyor:

“Büyükelçi, Andican'a diyor ki, 'Biz Atlantiğin diğer yakasında bu projeye sıcak bakmıyoruz. Bunun mutlaka bir bedeli olur.' Sizce son derece net değil mi? Büyükelçinin bir de Cavit Kavak’la görüşmesi var. Cavit Kavak’a diyor ki, “Mavi Akım Anlaşması TBMM’de onaylanırsa, Mesut Yılmaz’ın yılsonunda ABD’ne yapacağı ziyaret gerçekleşmez.”

 

Aydın Sezer: Bir büyükelçi, bir ülkenin başbakanını, bakanını açıkça tehdit mi ediyor?

Mesut Yılmaz: Evet, aynen öyle. Ama neticede ciddiye almıyoruz.

Aydın Sezer: New York Times’da okuduğum bir haberde, Amerika seyahatinizde Clinton’ın danışmanlarının size “biz bu projeyi istemiyoruz” dedikleri şeklinde bir ifade yer alıyordu. Ancak siz, ‘bu projeyi yapacağım’ diyorsunuz. Bütün bunların bir maliyeti de oluyor, doğal olarak.

Mesut Yılmaz: Evet oluyor ama bu riski ülke için göze almak gerekiyordu. Aldık. Üstelik bu projenin getirisi kısa dönemli değildi, yani benim iktidarıma yaramayacaktı, ancak ülke orta ve uzun vadede kazanacaktı. Kazandı da nitekim. Benim politika anlayışım buydu. Pişman da olmadım.

 

 



“ENERJİ, TIPKI DEMOKRASİ GİBİ, ASIL ÖNEMİ OLMADIĞI ZAMAN ANLAŞILAN BİR KONUDUR.”

Aydın Sezer: Sayın Yılmaz, Nabucco Anlaşmasının TBMM’de görüşüldüğü oturumda, Mavi Akım Anlaşmasına göndermede bulunmuş ve onunla ilgili deneyimlerinizi özetlemiştiniz. Geçmişe bu gönderme ne açıdan önem taşıyordu sizce?

Mesut Yılmaz: 1998’de TBMM’ne getirmiş olduğumuz Mavi Akım Anlaşması da, tıpkı Nabucco gibi bir uluslararası anlaşmadır. Cumhuriyet Halk Partisi ve Refah Partisi dâhil o günkü Meclisin bütün parti grupları Mavi Akım Anlaşması’nın lehinde konuşmuşlardı. Tahmin edeceğiniz gibi, bu sonuç beni o zaman çok memnun etmişti. Türkiye’nin enerji açığını kapatacak böylesine önemli bir projenin Meclis’ten bütün partilerin onayıyla geçmiş olması, göreve geldiğinde enerji açığı devralmış, hatta elektrik kısıntısı yapmak zorunda kalan bir Hükûmet için çok sevindirici bir durumdu.

A.S. : Nabucco müzakerelerinde Türkiye’nin çıkarlarının yeteri kadar gözetilmiş olduğunu ve güvence altına alınmış bulunduğunu düşünüyor musunuz?

M.Y. : Bu anlaşmanın tarihçesi 2001 Ekimine dayanıyor. 2001 Ekiminde Türkiye ile Romanya enerji bakanlıkları ilk defa bu konuda bir iş birliği anlaşması imzalıyorlar. Sonra, katılan beş ülke arasındaki iş birliği anlaşması da 2002’nin Ekiminde imzalanıyor, yani AKP iktidara gelmeden önce. Bu anlaşma neden uzun süre sürüncemede kaldı biliyor musunuz? Bunun en önemli nedeni bir önceki enerji bakanının, Türkiye’nin bu anlaşmadan birtakım ayrıcalıklar, birtakım avantajlar elde etmesi gerektiğini savunmuş olması. Bunu defalarca basına da söyledi. Düşündüğü avantajların bir tanesi de buradan geçecek gazın belli bir miktarının ucuz fiyattan Türkiye’ye verilmesiydi. Bu da haklı bir talepti aslında; bu amaçla kurulan şirkete vergi muafiyeti dâhil her türlü ayrıcalığı tanıyacaksın, boru hattının güvenliğini sağlayacaksın; iyi de, bütün bunların karşılığında Türkiye olarak ne elde edeceksin? Hükümetin, ülkemizin “enerji koridoru” kimliğine kavuşması hedefini dile getirilip, ardından da AB’nin arz çeşitliliğini sağlayacak Nabucco projesinin hayata geçirilmesini savunması insanı şaşırtmaktadır. Türkiye önce kendi arz çeşitliliğini sağlamalıdır. Bugün Türkiye, doğalgaz kaynaklarına yakın olma avantajını Nabucco gibi projelerle kaybetmektedir.

A.S. : Türkiye uygun tavizleri elde edemedi mi?

M.Y. : Maalesef. Nabucco Türkiye’nin lehine sonuçlanmamıştır. Türkiye bu konuda elde etmesi gereken tavizleri elde edememiştir. Hükümet, defalarca bu projenin ne kadar stratejik önemi haiz bir proje olduğunu beyan etmiştir. Doğrudur, bunu hepimiz biliyoruz. Eğer bu proje olmazsa Kuzey Irak’taki doğal gazın gidecek yeri yoktur. Bu konuda Türkiye’yi ikame edecek ikinci bir ülke yok. Üstelik Avrupa bu işe önem veriyor; en azından Rusya’ya bağımlılığını azaltmak için. Avrupa Birliği aynı zamanda kaynak çeşitlendirmesi istiyor, rekabet şartları yaratmak istiyor. Avrupa’nın menfaati, Türkiye’nin stratejik önemini ucuza kapatmaktır. Bu anlaşmayla bahse konu önem bedavaya kapatılmıştır. Oysa Türkiye’nin menfaati bu stratejik önemi pahalıya satmaktı; ama bu yapılamamıştır.

A.S. : Peki, en çok kimlerin menfaatine yarar sağlıyor Nabucco?

M.Y. : Innsbruck’ta bu anlaşmanın iki ortağı olan RWE ve OMV şirketlerinin düzenlediği bir toplantıya katılmıştım Nabucco konusunda. Orada konu tartışılırken kendilerine gazın nereden geleceğini sormuştum. Aldığım yanıt, Şahdeniz-2 oldu. Azerbaycan Şahdeniz-2 fazındaki doğal gazın tümünü 1996 yılında yapılan bir zeyilnameyle Türkiye’ye ucuz fiyatla vermeyi zaten kabul etmişti. Oysa şimdi bu hat yapıldığında, Ermeni tasarısı dolayısıyla bize zaten soğuk bakan ve alınan Azerbaycan şimdi çok büyük bir imkâna kavuşuyor. Bu durum, elbette onun lehine, elbette Avrupa’nın da lehine, en fazla da Kuzey Irak’ın lehine. Bundan yararlanan başka birileri daha var, onlar da orada imtiyaz alanlar. Kuzey Irak’ta Dana Gas şirketi var, onun Türk ortakları var, tanıdığınız isimler de var, onların hepsinin menfaatine bu. Ama “Türkiye’nin menfaati nerede”, “Türkiye ne sağladı bu anlaşmayla” sorularının yanıtı maalesef yok. Ama Türkiye şunu kaybetti: bir enerji merkezi olacaktı, bir enerji ticaret merkezi olacaktı ve şimdi bundan vazgeçti. Bulgaristan gibi, Romanya gibi, Macaristan gibi bir geçiş ülkesi artık; geçen gazda hiçbir söz hakkı yok.

A.S. : Sayın Başbakan, malumunuz 15 Aralık Mavi Akım Anlaşmasının imzalanmasının yıldönümü. Ayrıca, 1984 tarihli ilk doğalgaz anlaşmasının süresinin sona ermekte olduğu bir döneme giriyoruz. Müsaadenizle ben Mavi Akım’a dönmek istiyorum. Medyada, “Mavi Akım Projesi’yle gönül bağım var” şeklinde bir beyanınıza rastlamıştım. Böyle bir beyanınız oldu mu? Olduysa, neden böyle bir ifade kullandığınızı sormak istiyorum.

M.Y. : Evet, gönül bağım var dedim. Zira Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri özellikle iktisadi anlamdaki Türk-Sovyet ve Türk-Rus ilişkilerinin tarihçesini yakından biliyorum. Merkez sağ gelenekten bir politikacıyım. 1980’lerdeki SSCB’ne yönelik çok yönlü açılım kararlarını alan siyasi kadronun içerisindeydim. ANAP’ın Sovyetler Birliği vizyonunun ne denli isabetli olduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Ayrıca, 1997’de Türkiye ciddi bir enerji krizi eşiğindeydi. Hızla adım atmak gerekiyordu. Bu nedenle gönül bağım var dedim. Zaten bugün geriye dönüp bakıldığında, hemen herkes Mavi Akım Projesi’nin ne denli isabetli olduğu konusunda hemfikir.

A.S. : Rusya’ya aşırı bağımlılığı bir tehdit olarak görmediniz mi? Alternatif kaynaklar gündeme getirilemez miydi?

M.Y. : Bu bağımlılık konusunu çok tartıştık. Bu nedenle alternatif kaynak arayışlarımızı yoğunlaştırdık. LNG santralleri bir seçenekti. Zaten başta ABD olmak üzere, Batılı dostlarımız bu seçeneğin üzerinde duruyorlardı. Ama bu pahalı bir yöntemdi. Maliyeti yüksekti. Bu seçenek üzerinde durulsaydı bugün doğalgaz fiyatları yüzde 30-40 nispetinde daha pahalı olacaktı. Refahyol hükümeti döneminde BOTAŞ Genel Müdürlüğü birisi İskenderun’da diğeri Aliağa’da iki adet LNG terminal projesi üzerinde çalışmış. Bu amaçla Total ve Amoco’yla yapılan görüşmelerle, Yemen ve Mısır’dan gaz alımı ve bunun için sıvılaştırma tesislerinin kurulmasını kapsayan entegre bir çalışma değerlendirildi. Hatta Mutabakat Zabıtları, kurulacak şirketlere ortaklık sözleşmeleri dahi imzalandı. Daha sonra, arzu edilen gaz fiyatları sağlanamadığı için bu projeler iptal edildi. Aliağa ve İskenderun’a LNG terminalleri yapılıp LNG ithal edilebilirdi. Bu anlaşmalar entegre proje olacaktı. Yani BOTAŞ’ın da o ülkelerdeki LNG sıvılaştırma ve gaz üretim sahalarına ortak olması öngörülüyordu. Bu projeler böyle entegre düşünülünce, milyar dolarlar mertebesine çıkan yatırımların karşılanması gerekiyordu. LNG taşıma gemileri gerekiyordu. Milyarlarca dolarlık yatırım; hayır sadece LNG alalım, gerisine karışmayalım denildiğinde ise bu projelerin finanse edilebilmeleri için uzun dönemli alım-satım anlaşmaları imzalanması gerekliydi. O tarihlerde LNG fiyatları çok pahalıydı. Mavi Akım’dan gelecek gaza göre 25-30 dolar daha pahalıydı. Biz Mavi Akım’ı gerçekleştirmemiş olsaydık LNG alım fiyatlarımız uzun dönemli anlaşmalara göre belirlenecekti. LNG fiyatlarının spot piyasadaki düşüşlerinden de yararlanamayacaktık.

 

 

Türkmen gazına da büyük önem verdik. Ciddi temaslarımız oldu. 30 milyar metreküp için çalışmalar yürüttük. Bunun bir bölümü Avrupa’ya satılacaktı. Ancak, işin içyüzü kamuoyuna yansıtıldığı gibi değildi. Bu seçenek olgunlaşmamış bir projeydi. Hazar’ın statüsü ayrı bir sorundu, ama asıl mesele Türkmen-Azeri çekişmesiydi. 2000 yılı ortalarında bu proje hâlâ tartışılıyordu. Türkiye’nin acelesi vardı. 2001 yılına geldiğimizde Türkmenistan gazın getirilmesiyle ilgili üzerine düşen hiçbir şeyi yapmadığı gibi Türkmenistan ile Türkiye arasında döşenecek boru hattına yatırımı yapacak şirketin görevlendirmesini de iptal etti. Tabii Azerbaycan’da Şahdeniz’de gaz bulunması, TPAO’da bu projeye ortak olması ve bulunan bu gazın da Türk pazarına hedeflenmesi Türkmenistan gazının Türkiye’ye ulaşmasında bir rekabet unsuru olarak ortaya çıkmıştır. O zaman hızlı adım atmasaydık, bugün enerji sorunumuz çok daha vahim olacaktı. Ciddiye alınacak başka bir alternatif de yoktu.

A.S. : Rusya’ya bağımlılık…

M.Y. : 1980’lerde Sovyetler’e atılan işbirliği tohumlarının kısa sürede nasıl yeşerdiğini gördük. 1980’lerin sonunda ve 1990’larda Rusya’da büyük işler yaptık. Türk özel sektörü Rusya’da destan yazdı. Bu bizim açtığımız yoldan gerçekleştirildi. Ekonomik bağımlılığı sadece bir başlıkla değerlendirmek yanlış olur. Günümüzde aslolan karşılıklı bağımlılıktır. Ekonomik ilişkileri bir bütün olarak ele almak gerekir. Bu nedenle biz sadece doğalgazdaki bağımlılık yerine resmin bütününü görerek karar verdik. Sonuç, tam anlamıyla muazzam bir karşılıklı bağımlılıktı.

A.S. : Efendim, Rusya’nın son yıllarda enerji bağımlılığı olan bazı ülkeleri nasıl terbiye ettiğini izliyoruz. Sınır komşularıyla sürekli bir enerji krizi yaşanmıyor mu? Aynı şeyin bizim başımıza da gelmeyeceği ne malum. Rusya enerjiyi bize karşı bir tehdit olarak kullanamaz mı?

M.Y. : Rusya, Sovyetler döneminden beri Batı’ya doğalgaz satıyor. Yanılmıyorsam ilk satış Avusturya’ya OMV’ye. Sonra 1973’de Batı Almanya. Sonra diğer Avrupa ülkeleri ve Türkiye. Rusya son derece güvenilir bir tedarikçi. Batı’yla gerçekleştirdiği ticarette bugüne kadar bir sıkıntı olmadı. Soğuk Savaş döneminde bile Sovyetler Birliği Avrupa’nın gazını hiç kesmedi.

A.S. : Ukrayna, Gürcistan, Beyaz Rusya.

M.Y. : Bakın onlar serbest ticaret esaslarına göre anlaşmalar yapılmış ülkeler değil. Eski Sovyet ülkeleri. Aralarında farklı bir ilişki var. Gaz çok daha ucuz fiyattan veriliyor. Tabii komşuluk ilişkileri de farklı. Rusya onları hâlâ arka bahçeleri gibi görüyor. Yani ilişkinin biçimi farklı. Rusya’nın o ülkeler üzerindeki baskısının başka başka boyutları var. Bu nedenle enerjiyi dış politikada bir silah olarak kullanıyor. Bizim için veya Batı için aynı şey geçerli değil, çok kapsamlı anlaşmalar var.

A.S. : Sayın Başbakan, ben Türkmen gazı seçeneğini soracaktım, ancak siz o konuya zaten girdiniz. Mavi Akım’la ilgili aceleci yaklaşımınız, Türkmen gazının önünü kesmedi mi? Türkiye’nin Orta Asya politikasına darbe vurmadı mı? Türkmen gazı, Rus gazından daha ucuz değil miydi?

M.Y. : Türkmen gazı konusunda daha fazla konuşup rahmetli Türkmenbaşı’nın hatırasına saygısızlık etmek istemiyorum, ayrıca Türkiye - Türkmenistan ilişkilerine de olumsuz etkisi olabilecek yanlış yorumlara da sebebiyet vermek istemem. Bu seçenek o tarihte, olgunlaşmamış bir seçenekti. Ütopik bir projeydi. Neden böyle olduğunun detaylarını araştırmak, gazetecilere ve enerji uzmanlarına düşüyor. Bu nedenle, ben bu konuda konuşmak istemiyorum. Sadece şunu ifade edeyim, dönemin başbakanı olarak ifade edeyim ki, bu seçenek üzerinde gerektiğinden fazla durduk, bu projenin gerçekleşmesini hem istedik hem de ciddi çaba sarf ettik.

A.S. : Peki yanlış anlamadıysam, bir de ipucu verdiniz, Azerbaycan-Türkmenistan ilişkileri dediniz.

M.Y. : Sadece o değil. ABD yönetimi ve enerji şirketlerinin de payı var. Türkmenistan - Türkiye - Avrupa DGBH Projesi’yle Türkmenistan’ın güneyindeki sahalarda üretilen doğalgazın Hazar geçişli bir boru hattıyla Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasını amaçlamıştık. Bu paralelde, 29 Ekim 1998 tarihinde, Türkiye ve Türkmenistan devlet başkanları tarafından Hazar geçişli Türkmenistan – Türkiye - Avrupa Doğalgaz Projesinin gerçekleştirilmesine yönelik bir Çerçeve Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya bizzat Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel imza attı. Anlaşmaya göre; 30 milyar m3 Türkmen gazının 16 milyar m3’ü Türkiye’ye, 14 milyar m3’ü Avrupa’ya taşınacaktı. Ama şunu da belirtmem gerekir ki, Ruslar, Ukrayna geçişi olmayacağı için, Mavi Akım’a büyük önem veriyorlardı. Nihayet Rus gazı, Ukrayna’sız Türkiye’ye ulaşacaktı. Türkiye pazarına ulaşmak için 4 ülke geçmek yerine doğrudan Türkiye’ye ulaşacaklar ve en önemlisi güzergâh çeşitlendirmesi yapacaklardı. Bu nedenle Ruslar daha ciddi ve hızlı adımlar atıyorlardı.

A.S. : Peki, diğer bir konu. TBMM’deki bir konuşmanızda, dönemin ABD büyükelçisinin Mavi Akım nedeniyle tehdit ettiğini ifade ettiniz. Sayın Başbakan, malumunuz, büyükelçiler son derece diplomatik ifadeler kullanarak, anlatmak istedikleri şeyleri dolaylı mesajlarla iletirler. Sizin ifadenizde, büyükelçi alenen, açıkça tehdit ediyor. Bir yanlış anlama söz konusu olamaz mı?

M.Y. : Sayın Sezer. Ben başbakanlık yapmadan önce, dışişleri bakanlığı da yaptım. İfadeleri nasıl anlamam gerektiği konusunda son derece ihtiyatlı yaklaşım sergilerim.

A.S. : Efendim, biliyorum ancak ben yine de altını çizmek amacıyla sordum.

M.Y. : Bu konu sadece bana yönelik bir girişim değildi. Bir bakanım da benzeri bir olayı bana aktardı.

A.S. : Cumhur Ersümer Bey mi?

M.Y. : Hayır, hayır, Ahat Andican. Aynı büyükelçi, Andican’a diyor ki, “Biz Atlantiğin diğer yakasında bu projeye sıcak bakmıyoruz. Bunun mutlaka bir bedeli olur.” Sizce son derece net değil mi? Büyükelçinin bir de Cavit Kavak’la görüşmesi var. Cavit Kavak’a diyor ki, “Mavi Akım Anlaşması TBMM’de onaylanırsa, Mesut Yılmaz’ın yılsonunda ABD’ne yapacağı ziyaret gerçekleşmez.”

A.S. : Bir büyükelçi, bir ülkenin başbakanını, bakanını açıkça tehdit mi ediyor?

M.Y. : Evet, aynen öyle. Ama neticede ciddiye almıyoruz.

A.S. : New York Times’da okuduğum bir haberde, Amerika seyahatinizde Clinton’ın danışmanlarının size “biz bu projeyi istemiyoruz” dedikleri şeklinde bir ifade yer alıyordu. Ancak siz, ‘bu projeyi yapacağım’ diyorsunuz. Bütün bunların bir maliyeti de oluyor, doğal olarak.

M.Y. : Evet oluyor ama bu riski ülke için göze almak gerekiyordu. Aldık. Üstelik bu projenin getirisi kısa dönemli değildi, yani benim iktidarıma yaramayacaktı, ancak ülke orta ve uzun vadede kazanacaktı. Kazandı da nitekim. Benim politika anlayışım buydu. Pişman da olmadım.

A.S. : Samsun - Ankara hattının ihalesiz olarak bir Rus firması ile Öztaş – Hazinedaroğlu - Stroytransgaz’ın oluşturduğu konsorsiyuma verilmesi var. Bu konsorsiyuma zamansız avans ödemesi iddiaları var. “Al ya da öde” var. Pahalı fiyat iddiası var. Sizin ABD ve Moskova gezileriniz var. Hukuken açılmış soruşturmalar var. Dolayısıyla kamuoyunda bu proje hakkında oluşmuş bir yargı var.

M.Y. : Evet, kamuoyunda oluşmuş değil oluşturulmuş olumsuz yargı var. Peşinen şunu söyleyeyim. Bu proje nedeniyle bakanlarım ve bütün bürokratlarım yargılandı. Yüce Divan’da yargılandı. Hepsi beraat etti. Sizin belirttiğiniz konular dışında başka şeyler de vardı. Bir enerji uzmanı, CHP ve AKP dâhil birçok siyasi partiye girip çıkan, CHP’den milletvekili adayı olmuş, AKP’ye danışmanlık yapmış bu zat diyordu ki, denizin 2 000 metre derininde boru olmaz, korozyon filan. O kadar gayri ciddi suçlama ve tenkitlerle karşılaştık ki, yaptığımız işten şüphe eder duruma geldik. Bir enerji uzmanı olmak kolay mı? Ruslar projenin yapılabilirliğini iddia ediyor. Yatırımcı para yatırıyor, firmalar yatırım yapıyor, boru hattını denizin altına döşemek için firmalar yarışıyor dahası var, yanılmıyorsam Norveç’te uzman bir kuruluşun yapılabilirlik raporu var, ismi galiba..

A.S. : “Det Norske Veritas.”

M.Y. : Evet, Veritas. Bizim uzman tutturmuş “bu derinlikte örneği yok” diyor, kapı kapı dolaşıyor, projeye muhalefeti kendine görev ediniyor. Her şeyin bir ilki vardır. Onu da biz yaptırdık. “Al ya da öde” ve pahalı fiyat gibi konular da gayri ciddidir. Bunlar gayri ciddidir. Bunların enerji uzmanı tarafından dile getirilmesi talihsizliktir. Enerji uzmanı böyle gayri ciddi konuşursa, köşe yazarı da yazar tabii. Mavi Akım’a karşı sistemli ve organize bir saldırı yapıldı. Ayrıca, OHS Konsorsiyumu’yla ilgili olarak benim veya partimin bir tasarrufu söz konusu değildir. Her şey hukuki mecrasında yürümüştür. Neticede tüm işlemler hukuka da konu olmuştur ve davalar beraatla sonuçlanmıştır.

A.S. : Sayın Başbakan bir de DPT yazıları ve görüşleri var. Talep tahminlerinin abartıldığı konusu var. Sırf Mavi Akım’ı gerekli gösterebilmek için talep tahminlerinin abartıldığı iddiası var.

M.Y. : Evet, DPT’nin başında benim göreve getirdiğim bilim adamı kimliği ön planda olan Güvenen var. Sağa sola yazılar yazıyor. Yazdığı yazıların içeriğini medyayla paylaşıyor. Basın toplantıları düzenliyor. Meşhur bir yazısı var. Enerji Bakanlığı’na muhatap bir yazı. Tarihi 30 Haziran 1999. 8-10 sayfalık bir yazı. Yazıyı yazıyor ve hemen o hafta sonu gazetecileri kahvaltılı basın toplantısına çağırıyor. Yazı daha Enerji Bakanlığı’na yeni ulaşmış devletin Müsteşarı basında lobi yapıyor. Bu yazı öncesi gelen santral başvurularını incelemiş ve hepsine olumlu raporu veren bu Müsteşar, birden Enerji Bakanlığı’na arz fazlalığıyla ilgili yazı yazıyor. Sormazlar mı, peki o tarihe kadar niye bu santrallere izin verdin? Bu yazının ilk birkaç paragrafını okuduğumda, DPT Müsteşarlığı’na yapmış olduğum atamadaki hatamı anlamış oldum. Daha birinci sayfayı okuduktan sonra, yazının devamının nasıl geleceğini tahmin etmiştim.

(Bu sırada, Sayın Yılmaz arşivinden bir dosya alarak, söz konusu yazıyı çıkarttı ve okumaya başladı.)

“Enerji planlamasının amacı ülkemizin gelecek yıllardaki elektrik enerjisi ihtiyacının optimal sistem gelişim planlaması çerçevesinde kaliteli, kesintisiz güvenli ve mümkün olan en düşük maliyetle karşılanmasını temin etmektir. Böyle bir çalışmanın çevre, teknoloji, arz güvenliği, enerji kaynakları, ekonomi, finansman ve talep gibi parametreleri de içerecek ve bölgeler itibarıyla arz-talep dengesizliğine yol açmayacak tarzda optimizasyon sağlanması gerekmektedir. Dolayısıyla çalışmanın sonucunda, öngörülen talebi karşılamak için gerekli santral, iletim ve dağıtım projelerinin nitelikleri, kapasiteleri ve lokasyonları ülke optimumunu sağlayacak şekilde belirlenmiş olacaktır.

Enerji sektöründe şu ana kadar oluşan yapı ve Müsteşarlığımız tarafından Bakanlık’la yapılan muhtelif yazışmalarda gündeme getirilmesine rağmen yukarıda tanımlanan enerji planlaması anlayışından uzak uygulamalar sonucunda çok sayıda santral projesiyle ileri aşamalara getirilmiş olan görüşmeler bu tür bir planlama anlayışının sektörde uygulanmasını bugün için imkânsız kılmaktadır.”

Sayın Sezer, Müsteşar bu yazının bir örneğini de Cumhurbaşkanlığı’na göndermiş. Güvenen önce bir kitabi açıklama yapıp, işin nasıl yapılması gerektiğini öğretiyor, sonra da, bu iş zaten artık sizinle yapılamaz demeye getiriyor. Yıllardır bürokraside çalışan, üstelik Devlet İstatistik Enstitüsü’nde de başkanlık yapan birisi, sanki Türkiye’yi hiç tanımıyormuş gibi ahkâm kesiyor. 30 Haziran 1999 öncesi gelen bütün projelere uygun görüş verilmiş. 30 Haziran’da ne değişti? Hatırlarsanız, Güvenen Soruşturma Komisyonu ifadelerinde, Türkiye’deki tüm istatistiklerin yüzde 30-40 oranında hata içerdiğini de belirtmişti. Türkiye enerji konusunda o anki konumuna son bir, iki yılda mı geldi? Demek ki, DPT bugüne kadar havanda su dövdü. Ya da tüm siyasi iktidarlar DPT’yi ciddiye almadı? Talep tahminleri konusuna gelince, daha Mavi Akım plato değerine ulaşmadan, 2008 yılında Türkiye’nin doğalgaz ithalatı 38 milyar metreküp oldu. Üstelik bu arada Türkiye iki büyük deprem ve bir büyük kriz yaşadı. Son kriz de enerji talebinde düşüş yarattı. 2015-2020 yıllarında 55-60 milyar metreküpü bulacağız. Yapılan tahmin ve projeksiyonlar doğrudur. Düşünebiliyor musunuz, DPT daha on yılı öngöremiyor. İşin ilginç tarafı, DPT bütün bu yapılanları siyasi açıdan yapmıyor. Güya bilimsel davranılıyor. Türkiye gerçeğini siyasetçiler daha iyi biliyor. Nitekim bizden öncekiler de aynı şekilde hareket etmişlerdi. 2001 yılında önüme bir DPT yazısı daha getirdiler. Bu defa Akın İzmirlioğlu imzalamış. (Sayın Yılmaz bu defa bu yazıyı okuyor.) Diyor ki Müsteşar, “Enerji her şeyden önce ekonomik bir girdidir… 1 kWh’lik enerji açığının ekonomiye maliyeti 1 kWh’lik enerji fazlasının TEAŞ’a maliyetinin yaklaşık beş katı büyüklüğündedir.” Şimdi bakın, olmayan enerjinin maliyeti 5 kat daha büyük deniliyor. Bu doğru. Türkiye gibi hızla kalkınmak zorunda olan bir ülke için bence bu oran daha fazladır. Aynı yazıda, DPT bize “projelerle ilgili işlemelerin hızlandırılması kararınıza ve gereğine iştirak edilmektedir” diyor. Tarih 30 Nisan 2001. İki yıldan daha az sürede, birbiriyle tamamen çelişen iki ayrı DPT yazısı...

Unutulmaması gereken önemli bir nokta da, Mavi Akım rahmetli Bülent Ecevit’in her aşamada, netice itibarıyla, oluruyla sonuçlandırılmış bir projedir. Onun katkısı unutulmamalıdır.

A.S. : Erbakan ve Recai Kutan beylerin başlattığı, Ecevit’le birlikte sonuçlandırılan bir proje.

M.Y. : Evet, projeyle ilgili olumlu bir şey söylenecekse, bu şahısların da isminin mutlaka anılması gerekiyor. Eleştirileri ve suçlamaları zaten ben ve arkadaşlarım üzerimize aldık.

A.S. : Üzerinize yıkıldı.

M.Y. : Ama Türkiye kazandı. Öyle değil mi?

A.S. : Ben hep Mavi Akım projesi olmasaydı ne olurdu sorusuna yanıt aradım. Enerji uzmanı arkadaşlarıma sordum. Aldığım ortak yanıt şu oldu. “AKP ikinci kez iktidara gelemezdi. İktidarın ilk yıllarında ciddi bir enerji darboğazıyla karşılaşırlardı” şeklinde.

M.Y. : ‘Mavi Akım olmasaydı bugün ne olurdu?’ sorusunu, siz en iyisi bugünkü iktidara sorun. Belki alternatif kaynaklar devreye gecikmeli olarak girerdi. Daha fazla fiyat öderdik. Türkmen gazı da gelmeyeceği için, bu defa Mavi Akım’da geç kalındı veya uygulanmadı diye yine biz suçlanırdık. Cumhur Bey suçlanırdı. Söylenmedik laf bırakılmazdı. Arkamızdan, korkak ve beceriksiz derlerdi. Mavi Akım devreye girdiğinden beri kış aylarında Türkiye her istediğinde sözleşme miktarının üzerinde gazı rahatça aldı. Birkaç yıldır devam eden Ukrayna-Rusya krizinde Avrupa gazsız kalırken Türkiye hiçbir sorun yaşamadı. Sayın Erdoğan Mavi Akım’dan o kadar memnun ki, ikinci Mavi Akım Projesi’ni daha 2005 yılında gündeme getirdi.

A.S. : Son yıllarda tek parti iktidarı döneminde enerji konusunda atılan adımları yeterli buluyor musunuz? Doğru işler yapıldığı kanaatinde misiniz?

M.Y. : Ne yazık ki hayır. AKP’nin web sayfasında AK icraatlar diye bir bölüm var. Zaman zaman icraatlarını oradan takip ediyorum. Kendi hazırladıkları bir veri olduğu için birinci elden bilgi anlamına geliyor. Sanırım birileri önce başbakanla sonra Türk halkıyla alay ediyor. Enerji alanında atılan adımları son derece yetersiz ve gayri ciddi buluyorum. Üstelik şaibeli adımların da olduğunu söyleyebilirim.

A.S. : Sayın Başbakan, siyaseten değil de teknik olarak değerlendirirsek.

M.Y. : Son 8 senedir bir Tuz Gölü doğalgaz yer altı depolama tesisini bile yapamadılar. 2010 yılında bile bu konuda hâlâ ihale süreçleriyle uğraşıyorlar. Zaten, sorun da bu. Teknik olarak değerlendirebileceğimiz bir şey yok ki. Bizim gerçekleştirdiğimiz yap-işlet santralleri sayesinde 55-60 ay bolluk içinde elektriğe zam yapılmadan seçimlere girdiler ve ikinci kez kazandılar. Yapılan her şey siyaseten yapılıyor.

A.S. : Ne gibi…

M.Y. : Ben öncelikle şuna bakarım. Bu kadar uzun süren tek parti iktidarı döneminde, enerji de yabancı kaynaklara bağımlılığın payı ne ölçüde azaltıldı. Nükleer konusunda nasıl adımlar atıldı. Sonuç ne oldu. Sonra, bazı enerji şirketleri ön plana çıktı. Biz BOTAŞ’ı ön plana çıkartıyoruz diye, başımıza gelmeyen iş kalmadı. Soruyordunuz, Rusya’ya bağımlılık ne oluyor diye. İşte bunun cevabını şimdi AKP verecek. İlk Batı hattının süresi sona eriyor. Rusya’dan resmen 30 milyar metreküp gaz alacak mıyız, almayacak mıyız? Rusya’ya bağımlılık konusu şimdi tartışılsın. Merakla bekliyorum bu tartışmayı. Özellikle bazı gazetecilerin tavrını merak ediyorum. İkinci Mavi Akım projesi konuşuluyor. Ruslarla nükleer enerji gündemde, hem dünya fiyatlarının iki katına, hem de alım garantileri verilerek, birinci Batı hattının süresinin uzatılması konuşuluyor. Geçmişte Mavi Akım’a büyük ilgi gösteren köşe yazarları bu konularda hiçbir yorum yapmıyorlar.

A.S. : Belki de yazmaktan çekiniyorlardır.

M.Y. : Çekinecek ne olabilir ki, Türkiye’nin bizim dönemlerimize göre daha demokratik bir ülke olduğu iddia edilmiyor mu?

A.S. : O zaman belki de mahcubiyetten soramıyorlar. Nükleer enerjiye karşı mısınız?

M.Y. : Hayır değilim. Çok geç kalındı.

A.S. : Ruslarla yapılmasına ne diyorsunuz?

M.Y. : Bu aşamada benim ne söylediğimin bir anlamı yok. Asıl, Rusya’ya bağımlılık konusunu yüksek perdeden gündeme getirenlerin şimdi bir şey söylememeleri daha önemli değil mi?

A.S. : Söyleyemiyorlar mı?

M.Y. : Bu AKP dönemindeki demokrasinin kalitesiyle de ilgili. Sizce öyle değil mi?

A.S. : Gündemde daha önemli konular olduğu için, bu konu ikinci planda kalıyor olabilir. Zaman meselesi.

M.Y. : Enerji demokrasiye benzer, Sayın Sezer, asıl değeri olmadığı zaman anlaşılır.

A.S. : Türkiye’nin çok sorunu var. Enerji sanırım en önemlilerinden birisi. Siz enerji başlığı gündeme geldiğinde ne düşünüyorsunuz genel olarak?

M.Y. : Biz maalesef enerji kaynakları yeterli bir ülke değiliz. Yıllardan beri enerji sorunu hep gündemin ön sıralarında olmuştur. Güneş - rüzgâr ve hidroelektrik gibi kaynaklar çok önemli ancak bunların sürdürülebilir kaynak olup olmadığına bakmak lazım. Bu kaynakların genel arzdaki paylarının artırılması çok önemli ancak bu başka bir şey. Bu nedenle, sürdürülebilir kaynaklara göz atmak gerekiyor. Bunlar, bildiniz gibi nükleer, kömür, doğalgaz. Doğalgazda dışa bağlıyız. Kömürle ilgili kalite sorunu var. Bu nedenle nükleer ön plana çıkıyor. Böyle bakmak lazım. Bir de şu mesele var. Son yıllarda sübvanse edilen elektrik fiyatlarının, kamuya maliyetinin 13,5 milyar TL mertebesinde olduğu ifade ediliyor. Enerji alanında saygın bir ismin, bir öğretim üyesi profesörün İstanbul Sanayi Odası’nda yapmış olduğu bir sunumda kullandığı tablo gerçekten son derece çarpıcı bir durumu gözler önüne seriyor.

Sayın Sezer, tam 62 ay boyunca, elektrik fiyatlarının sabit tutulduğunu söyleyebiliriz. Bu, ekonomi kuralları içerisinde nasıl ve neden yapıldı, izah etmek çok güç. Elbette, siyasi mülahazalarla. Bu kaynak, başka bir amaçla değil, sadece enerji yatırımlarına yönlendirilmiş olsaydı, sanırım bugün enerji arzı kapasitemiz daha farklı bir noktada olurdu. Tüm dünyada enerji fiyatları çok hızlı bir şekilde artarken, doğalgaz, petrol fiyatları artarken kaynak nereden bulundu? Bizim dönemimizde yaratılan elektrik üretim kapasiteleri ile beş yıl yeni yatırıma ihtiyaç duyulmadı. Popülist yaklaşımla yeni yatırımlara fon yaratmadan elektrik fiyatlarını BOTAŞ’ın, yani kamunun cebinden sübvanse ettiler. Hesap ortada. Elektriğin yarısı doğalgazdan üretiliyor. Uzmanlar 1 m3 gaz ile 5 kwh elektrik ürettiklerini söylüyorlar. Yatırım bedellerini bir taraf bırakın. Türkiye 200 milyar kwh elektrik üretiyorsa, bunun yarısı yani 100 milyarı doğalgazdan üretiliyorsa, bunun için 20 milyar m3 gaz yakılıyorsa ayrıca doğalgaz fiyatını da ikiye üçe katlanıyorsa hesap ortada. Bu bedel sistemin içinde bir borç sarmalı olarak zincirin en sonundaki BOTAŞ’ın üzerine bindi. Bu gerçekleri benim vatandaşım ne zaman fark edecek çok merak ediyorum. Bakın size anlattığım hesap için uzman olmaya gerek yok. Köşe yazarları bile bunu anlar. Ama ne zaman yazacaklar merak ediyorum.

A.S. : Kamuda koordinasyon sorunu da var sanırım. Enerji konusunda bir ekip çalışması gerçekleştirilemiyor galiba. Hatta AKP’nin iki enerji bakanı arasında bile sorunu algılama ve sonuçlandırmada yöntem farkı var.

M.Y. : Evet, ancak birisi doğrudan sektörün içerisinden geliyor. Sayın Sezer, ülkemizde pek çok alanda olduğu gibi, enerji inisiyatifini sürükleyebilecek üst bir yapı kuruluşu bulunmadığını görmekteyiz. Oysa, diğer ülkelerde, istihbarat kuruluşları da dâhil edilerek oluşturulan ajanslar aracılığıyla politikalar geliştirilmektedir. Enerji politikaları uzun soluklu olmalıdır. Devletin organları arasında eşgüdüm içinde olmalıdır. Gerçek uzmanlara ihtiyaç vardır. Siyasi tercihlerle enerji kurumlarına atamalar yaparsanız ülkenin geleceğini tehlikeye atarsınız. İçerisinde bulunduğumuz süreçte, kamu adına enerji işleriyle iştigal eden tüm yapıların bir çatı altında toplanabilmesi ve bütünsel bir bakışla Türkiye’nin iç ve dış enerji siyasetinin şekillendirilebilmesi son derece kritik bir konudur. Bugün kamuda enerji bürokrasisinin, politika geliştirmekten ziyade, uygulama sahaları içerinde yoğunlaştığını, hatta kaybolduğunu görmekteyiz. Yeni dönemde birlikte politika yaptığımız enerji uzmanı arkadaşlarımızın bu yönde ciddi çalışmaları var. Bu konuya her şeyden çok daha fazla önem vermek gerekir.

A.S. : Enerji güvenliği konusu da var.

M.Y. : Evet, enerji, asıl değeri, olmadığı zaman anlaşılan bir üründür. Enerji tedarikinde güvenliği sağlayabilmek için arz-talep dengesi yerine, arzın ne kadar daha fazla sağlanması gerektiği konusu önem arz etmektedir. Enerji güvenliği ya da enerji arz güvenliği denildiğinde, enerjinin arz-talep dengesinden söz etmiş oluyoruz. Öncelikle buradaki denge tanımının eşitlik olarak algılanmasının süregelen bir yanılgı olduğunu görüyoruz. Oysa enerji arz-talep dengesi hiçbir şekilde arzın talebe eşit olduğu şeklinde algılanmamalıdır. Bu dengede, daima arzın talepten daha yüksek bir değerde bulunması esastır. Enerji sistemlerinde her halükârda bir arz yedeği bulundurulması gerekmektedir. Burada tartışma konusu olabilecek kısaca yedek olarak ifade ettiğimiz arz yedeğinin ne büyüklükte olacağıdır.

A.S. : Zaman ayırdığınız için tekrar çok teşekkür ediyor ve saygılarımız sunuyorum, Sayın Başbakan. (haber3)

 

Editör: HABER MERKEZİ