Annem, babam ve kardeşimle Mekke ve Medine’ye yaptığımız kısa ziyareti kendi çerçevemden, çokça kişiselleşen bir üslupla sizlerle paylaşmak istedim. Oralarda ne olup olmadığıyla ilgili değil de, yirmi bir yaşındaki bir gencin ruh dünyasında neler uyandırdığı üzerinde şekillendi yazım. Bir kusurumuz olduysa meramımızı anlatırken, en başından affola…

 

Ailemle birlikte kutsal topraklarda geçirdiğimiz zaman diliminde en net şekilde gördüğüm şey şu oldu; peygamberin (s.a.v) hayatı boyunca verdiği zorlu mücadeleleri, meşakkatli yaşamını ve onun mütevazı hayatını bize anımsatan, o atmosferi yaşamamızı sağlayan pek bir şey kalmamış oralarda. İhtişamın ve kalabalıkların gölgesinde kendinize o hali aramak için bir inziva bulabilirseniz ne mutlu size. Yoksa her şey daha fazla ibadet, daha fazla Mescid’te kalmak, daha fazla yüz sürmek ve daha fazlasıyla uğraşmakla geçip gidiyor. İnsanların uğrunda gözyaşı döktükleri kutsallarına karşı bu kadar hoyrat olmalarını görmek, daha da uzaklaştırdı beni iklimden. Amacım dervişane bir yalnızlığı savunmak değil. Aksine haccın biraz da ötekine dokunmak olduğunu, birlikte bilinmeyene yapılan bir yolculuk olduğunu biliyorum. Aynı Rabb’e (c.c.), aynı kitaba inandığın, fakat rengini, dilini, kokusunu bilmediğin din kardeşinle bir mahşer tablosu içinde tanışmanın adıdır hac. Fakat nihayetinde içsel bir yolculuğa çıkmalı insan. Bir şeyler değişmeli gönüllerde, bir şeyler incelmeli… Bu hezeyanın ve karamsarlığın sebebi, görmeyi hayal ettiğimle, görebildiğim arasındaki uçurumdur belki de. Tam bu noktada büyük bir dervişin hikâyesini anlatmak isterim. Bu âlim zat, kutsal topraklara yaptığı ziyaretleri bir mecliste anlatırken şöyle buyurmuş: “ Mescid-i Haram’a ilk gittiğimde orada sadece evi gördüm. İkinci gittiğimde Rabb’im nasip etti ve hem evi hem de ev sahibini görebildim. Üçüncü gittiğimdeyse artık sadece ev sahibini görüyordum. ” Asıl resmi görebilmek, detaylarda boğulmamak, özüne vakıf olabilmek belki de zaman isteyen bir süreçtir. Allah (c.c.) hepimize o gönül açıklığını nasip etsin. Ben şimdilik görebildiğim kadarıyla yetineceğim. Gördüğüm şey üzerinde güzele dair ne varsa söylemek de boynumun borcudur elbette...

Yolculuğumuzun ilk durağı Medine’ydi. Orada üç gün kaldıktan sonra Mekke’ye geçecek, orada da dört gün kalıp ziyaretimizi tamamlayacaktık. Medine’ye vardığımızda vakit gece yarısını geçiyordu ve havaalanında sadece bizim kafile vardı. Tarihe, medeniyetlere, insanlığa rehberlik etmiş bir dinin doğduğu yerlere gelmenin tatlı heyecanını duyuyor ve buralarla ilgili bilgisizliğimin, yabancılığımın ürkekliğini yaşıyordum. Alanda bu duygularla dolanırken çok geçmeden Arap bir görevli kolumdan tuttu ve gülümseyerek ‘Yallah Haciii’ dedi ve bana gideceğimiz güzergâhı işaret etti. Gülümsedim ve devam ettim. Otele vardıktan hemen sonra Mescid-i Nebi’ye doğru yola koyulduk. Sabah ezanının okunmasına az bir süre kalmıştı. Medine sokaklarında acele adımlarla ilerleyen kalabalıkların arasına karıştık. O vakitte dahi muazzam bir sıcak vardı Medine’de. Nefes almamızı dahi zorlaştırıyordu havadaki kuraklık. Ta ki Mescit-i Nebi görünene dek! Daha sonraları da coşkulu, heyecanlı tecrübeler edindik elbette. Fakat hiçbiri Mescit-i Nebi ile ilk karşılaşmamızdaki gibi etkilemedi bizi. Mescidin içerisine girerken ezanın okunmasıyla birlikte koşturmaya başladık sokak başından. Her sokaktan yüzlerce insan Mescit- i Nebi’ye doğru koşuyordu. O coşkulu kalabalıkla birlikte içeriye girdik ve babamla ravzaya doğru koşturmaya devam ettik. Nihayet onun mescidini, evini ve kendisini görebilecektik. İlk gün nasip olmadı ravzaya ulaşabilmek. Osmanlı revaklarının önünde kendimize zor bela bir boşluk bulabildik. Alınlarımızı mermere secde ettik. Ağır ve uzunca bir namaz kıldık. Üç gün boyunca her namazımızı kıldıran imamımız son selamı verdikten hemen sonra, orada sonradan alışmış olduğumuz üzere müezzin de selamı bir kez daha tekrarladı. Medine’deki imamımız gerçek bir sanatkârın tonlamaları ve büyük bir saygı ile okuyordu Allah’ın (c.c.) bizler için gönderdiği kelamını. Bir keresinde bu yük omuzlarına çok fazla gelmiş olacak ki surenin ortasına doğru duraksadı ve hıçkırmaya başladı. Çok geçmeden kendisini toparladı. Fakat ne kadar çaba gösterse de namazın sonuna kadar bu hüzün hâkim oldu okuyuşuna. Oradaki ilk gözyaşımı bu namaz esnasında döktüm. İmamımızın hüznüne eşlik etmek değildi benimkisi. Onu hıçkırıklara boğan kelama olan uzaklığım beni asıl yaralayandı. Bu Arapça bilmemenin de ötesinde bir durumdu. Mesafe bir lisandan fazlasıydı.

Sonraki günlerde ravzanın hiç tenhalaşmayacağını da anladıktan sonra biraz zorlayarak da olsa oraya girmeyi başardık. Hatta iki rekâtlık bir namaz kıldık babamla orada. Peygamberin (s.a.v.) “Evimle mescidim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” dediği o kutlu yerde.

 

Mescit-i Nebi belki bir milyondan fazla insanın aynı anda secde edebileceği bir mescitti. İçeride yüzlerce kişi buranın tertibini sağlamak için daimi olarak çalışıyordu. Sanki yaşayan bir şehir misali sürekli hareket halindeydi. Bir anda onlarca halı katlanıp götürülürken, onlarcası yere seriliyordu. Mescidin her köşesinde zemzem suyunun içilebildiği yüzlerce küçük varil bulunuyor ve bunlar sürekli kontrol altında tutuluyordu. Mescidin üzerine inşa edildiği on bin küsur kolonun kenarlarına yerleştirilmiş Kuran-ı Kerim’ler hep belirli bir tertip içerisindeydi.

Mescidin içerisinde tün gününü geçiren insanlar bulunuyordu. Erzaklarını yanlarında getiriyorlar, yemek yemek için dahi dışarı çıkmıyorlar, hatta mescidin içerisinde uyuyorlardı. Haksız da sayılmazlardı. Yemenin ve içmenin dışında tüm zamanımız mescitte geçiyordu.

Turun başında rehberimin de söylediği gibi, orada çok farklı kültürler, inanış şekilleriyle karşılaştık gerçekten de. İşte onca rengin, karmaşanın, çeşitliliğin birlikte secde ettiği Mescit-i Nebi’de şunu öğrendim diyebilirim kendi payıma; Artık orada sahip olduğunuz farklılıkların pek fazla bir önemi kalmadığını hissediyorsunuz. Belki geldiğiniz yerde, yanınızda saf tutan adamın ibadet şeklinin dinden dahi kabul edilmeyeceğini, peygamberin sünnetinden uzak görüleceğini düşünüyorsunuz. Hislerimle tezat oluşturan bu gerçeklikler başka bir durumun olduğunu düşündürdü bana. Kendi farklılıklarına tapınanlardan da imtina ederek, herkesin bir şekilde Rabb’e ulaşmaya çalıştığını düşündüm. Riyanın dışında kalanları hesaba katan, şeklin dışında kıstasları olan bir tartının varlığına inandım içimden. Sadece kutsal topraklarla sınırlı kalmadı sonrası için de yanımda götürdüm bu ruh halini…

Arabistan’da beni en çok etkileyen olaylardan birisi de Mescit-i Nebi’nin bahçe ana girişinden geçtikten sonra karşılaştığımız tabelalar oldu. Bayanlar ve erkekler için mescidin giriş kapılarını ve abdesthanelerin yerlerini gösteren bu tabelalarda üç dil kullanılmıştı. Arapça, İngilizce ve Türkçe. Bir yandan gittiğimiz yerin ruhunu anlamaya, kendimizi oraya vermeye çalışırken, bir yandan da kendi dilimize ait bir cümlenin sıcaklığıyla bambaşka duygulara savrulabiliyorduk. İnsan ister istemez hep kendisinden bir şeyler arıyor…

Medine’den ayrılmadan bir gün önce Medine’nin çevresinde bulunan Cennetül Baki’ye, Kıbleteyn Mescidi’ne, Uhud Şehitliği’ne, Hendek Harbi’nin cereyan ettiği mahale ve Kuba Mescidi’ne küçük bir ziyarette bulunduk. Ardından isteyenler hurma haline uğrayıp koli koli, çeşit çeşit hurmalar aldılar. Böylelikle Medine’de geçireceğimiz sürenin sonuna gelmiştik. Ertesi gün kahvaltının ardından ihramlarımızı giyerek Mekke’ye yapacağımız yolculuk ve Umre ibadeti için hazırlıklarımızı tamamladık.

Medine’deki üç günlük kısa konaklamamızın ardından yaptığımız Mekke ziyaretini Ömer Amca üzerinden anlatmak isterim. Ömer Amca bizim grubumuzun içerisinde bulunan en yaşlı kişiydi. Yaşı seksenin üzerindeydi. Çok fazla konuşmaz genellikle tur rehberimizle birlikte bulunurdu. Onun Mekke’ye vardığımız o günkü gösterdiği gayreti ömrüm boyunca unutamam herhalde. Bizim ihram içerisinde bin türlü dert yanıp, ahlayıp vahlandıktan sonra umre tavafını gerçekleştirmek için Kabe’ye doğru yola koyulduğumuz sırada fark ettim Ömer Amca’yı. Ağır bir şekilde zar zor yürüyebiliyordu. Yüzündeki o sakin ve kararlı ifade zayıf vücudunda daha da bir devleşiyordu. Umre tavafını tekerlekli sandalye yerine tek başına geniş çemberden giderek yaparken inattan yana bir iz yoktu halinde. Safa-Merve arasında koluna giren gençlerin yardımıyla koşarken de yüzünde bitirme hırsına dair hiçbir şey göremezdiniz. Sanki gücünün üstünde bir çaba harcamıyordu. Her şey doğal seyrinde ilerliyordu onda. Hep o ifadenin ağırlığıyla yürüyordu, bir tevekkül abidesi gibi. Kâbe’ye yüz sürebilmek için birbirlerini ezmekten sakınmayan, üst üste çıkan insanların yanında, bastonuyla Kâbe’nin daha dışından usulca ilerleyen Ömer Amca’yı görünce bu dinin kendi inananları tarafından bırakıldığı garipliği (yalnızlığı) düşündüm. Eğer o gün yapılan tavaflar, ibadetler semaya ulaştıysa ve Allah (c.c.) katında kabul gördüyse, bu Ömer Amca ve onun gibi asalet sahibi insanların hürmetine olmuştur diye düşünüyorum.

Topluca telbiyeler getirerek ulaştığımız Mekke’de hemen gidip yaptığımız umre tavafından biraz daha bahsetmek isterim. Gecenin bir yarısında girdiğimiz Mescit-i Haram’da Kâbe’yi kısa bir süre izledikten sonra merdivenlerden aşağıya indik. Tüm İslam âleminin yüzünü döndüğü Kâbe karşımızda duruyordu artık. Hacerül Esvet’e selam vererek (Bismillahü Allahuekber) umre tavafına başladık. Umre tavafının ilk üç dönüşünün koşar adımlarla yapılması sünnetti. Ve bu koşar adımlar sırasında ailemi bir süreliğine kaybettim. İşte bu sırada kendimi birden bir mahşer alanında gibi hissettim. İnsanların üzerlerindeki urbalar sanki kefenleriydi. Herkes sağına soluna bakmadan yürüyordu. Kimi daha telaşlı, hızlıca kimi daha temkinli. Eşler birbirlerini, evlatlar analarını, babalarını kaybetmiş yürüyorlardı… Galiba Umre ve Hac ibadeti tüm inananların bu duyguyu bir kez de olsa bu dünyada yaşaması için bizlere hediye edilmiş bir nimet.

Mekke’de bulunduğumuz üçüncü günde, sabah namazının ardından ziyaret edeceğimiz yerler için yola çıktık. Sevr Dağı’na, Arafat’a, Müzdelife’ye, Mina’ya, Şeytan taşlama mahallerine, Cin Mescidi’ne, Cennetül Mualla Kabristanı’na kısa süren ziyaretlerde bulunduk. Özellikle Arafat’ın tepesinde karşılaştığımız manzara beni çok etkiledi. Efendimizin (s.a.v.) ahir zamanda yeşilleneceğini haber verdiği (sahih olup olmadığını bilmiyorum) Arafat dev çukurlara dikilen ağaçlarla yeşillere bürünmüştü.

Son gün veda tavafını da yaptıktan sonra yola çıkmak üzere hazırlıklarımızı tamamladık. Otellerimizi terk edip, Cidde’ye hareket ettik. Cidde’de küçük bir şehir turu yaptıktan sonra oradaki Hac havalimanına geçtik. Uzun bir bekleyişin ardından sabaha doğru uçağımız havalandı. Bu kısa yolculuktan elimde kalanları düşünürken İstanbul’a ulaştık. Üzerimize borç olan Hac ibadeti için hazırlık olarak düşündüm yaptığımız yolculuğu. Yapılan ibadetin ruhuna daha vakıf, daha olgun bir şekilde tekrar gitmeyi arzuladım. Bir şeyleri tamamlayamadan döndüğümü düşündüm…

Editör: HABER MERKEZİ