Yazarımız Firdevs Subay’ın bilim insanı Hakan Öniz ile röportaj yaptı. Öniz söyleşisinde  “ Bir anlamda kendimi misyoner gibi hissediyorum...” dedi.

Hakan Öniz değerli bir bilim insanımız. Uzun yıllardır uzmanlık dalı olan sualtı arkeolojisi alanında çalışmalar yürütüyor. Gerek bilimsel çalışmalarıyla gerek eğitmenliğiyle oldukça çok yönlü bir kişilik. Türkiye ve KKTC’de pek çok çalışmaya katılmış, pek çok ilke imza atmış bir isim. Biz de sualtı arkeolojisi hakkında bilgi sahibi olmak için kendisiyle bir söyleşi yaptık.

Kendinizi tanıtır mısınız?

-Adım Hakan Öniz. Sualtı arkeologuyum. DAÜ’nün Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nden mezun oldum. Yüksek lisansımı, Konya Selçuk Üniversitesi’nde, 2008’de tamamladım. Şimdi de doktora yapıyorum, inşallah Aralık ayında bitecek. Zannediyorum önümüzdeki seneye sualtı arkeolojisi doktoru olarak gireceğim. Ben, hobimi bir işe dönüştürebilmiş ender insanlardan bir tanesiyim. Sualtı arkeolojisi alanında çalıştığım zaman kendimi iş yapıyor, çalışıyor gibi hissetmiyorum. Çok zevk alıyorum ve o çalışmalar bizi belirli bir noktaya taşımış oluyor. Sualtı görüntüleme üzerine DAÜ’de 10 senedir dersler veriyorum.

Peki, yüzmek, sualtı, balıkadam olmak, sualtı fotoğrafçılığı… Yani bunlara hangi yıllarda başladınız ? Akademik eğitiminiz haricinde bunlar hobi miydi?

-Çocukken denizaltı dünyasına ilgi duyuyordum. Babam yedi sekiz yaşlarındayken bana bir tane maske almıştı. Belki de ben görüp ısrar etmiş, tutturmuştum. Tüm yüzü kaplayan bir maskeydi. Maskenin üzerindeki burunda “pinpon topu” vardı. O top dalgalar geldiğinde, içeri su kaçmasın diye kullanılan bir toptu. Hatırlarsın belki bu tip maskeleri. Ve o maskeyle ben bir dünya keşfettim denizin içinde, yedi, sekiz yaşlarındayken. İşte renkli taşlar, küçük balıklar… Ne kadar eğlenceli olduğunu, ne kadar değişik bir dünya olduğunu henüz okuma yazma öğrenmeden keşfettim. Ve keşfettiğim andan itibaren de o dünyanın bir parçası oldum diyebilirim. Küçükken maske ve palet kullanmak için bizimkilerle çok kavga ettiğimi, hiçbir zaman denizin olmadığı bir yere tatile gitmediğimi, denizin olduğu her yerde de denize mutlaka maskeyle baktığımı gayet net olarak hatırlıyorum. On iki, on üç yaşlarında, İstanbul Pendik’te, mahalledeki ağabeylerin eski tip dalış tüpleri kullanarak dalış yaptıklarını gördüm. Tüplerindeki kalan son havayı Pendik kıyılarında benim bitirdiğimi hatırlıyorum. Yani tüplü dalışı da on iki, on üç yaşlarında denedim ki o dönemlerde sahilde amfora parçaları, kiremit parçaları gördüğümde bunların eskiden kalan şeyler olduğunu anladım ve gene ilerleyen yaşlarda bir amfora kulpuna dokunduğumda işte günümüzden 2000 sene öncesine ışınlandığımı hissettim. Çünkü bir amforaya dokunduğunuz zaman geçmişe dokunmuş gibi oluyorsunuz. Siz o amforayı yapan ustayı hayal edebiliyorsunuz, amforanın içine konan şarap veya zeytinyağını; o şarap veya zeytinyağının üretim sürecini, işte onları içen ya da kullananın yaşadıklarını, yaşadıkları aşkları, her şeyi hissedebiliyorsunuz. Yani tüm bunlar beni büyüledi ve sonrasında arkeoloji içimde bir ukde olarak kaldı. İTÜ Sualtı Kulübü’nde başladım aletli dalışa. Yirmi iki, yirmi üç yaşlarında oldu bu. O günden beri aktif olarak tüple dalıyorum. 1993 senesinde balıkadam eğitmeni oldum. Zaman içerisinde eğitmen derecelerim yükseldi. 1995’te eğitmen eğitmeni oldum. 1996’da SASEY isimli kuruluşun eğitmen eğitmeni oldum. 15 sene kadardır da balıkadam eğitmen eğitmenliği yapıyorum. İki ayrı uluslararası kurum tarafından gerçekleştiriliyor bunlar. 1993 senesinde İstanbul’a 300 km uzaklıkta Saroz Körfezi’nde dalış okulu kurdum ve ticari olarak dalış olayının içerisinde girdim. 1998 senesinde İstanbul’dan Antalya’ya taşınarak, Antalya’da sualtı turizmi yapmaya başladım. O dönemlerde işlerimiz gayet iyi gitti. Ve üç dört senede ekonomik anlamda yaşam hedeflerime ulaştım. 1994’ten itibaren Tekirdağ Müzesi’yle Marmara Deniz’inde çalışmalar yaptık. 1998’de Antalya’ya geldiğimde Antalya Müzesi müdürü rahmetli Metin Pehlivaner bizim Marmara’daki çalışmalarımızı biliyordu. Antalya’ya geldiğimi duyunca görüşmek istedi. Gittik ve o görüşmede şunu söyledi: “ Bizim Antalya Müzemiz, denizin kıyısında bir müzedir ama aslında denize sırtını dönmüştür.” 640 km’lik kıyı şeridinde Antalya Müzesinin denizle ilgili bir çalışması yoktu ve 1998 senesinde çalışmalara başladık. 1999’da zamanın kültür bakanı İstemihan Talay’ın ve genel müdürlerin desteğiyle Antalya Müze’sinde “Akdeniz Arkeolojik Sualtı Araştırmaları Merkezi”ni kurduk. Metin bey, merkezin bilimsel başkanı oldu; ben teknik olarak yönetimini gerçekleştirdim. Bu arada Antalya Müzesi’ndeki merkez, Türklerin kurduğu ilk sualtı arkeolojisi merkeziydi. O güne kadar Türkiye’de sualtı arkeolojisi daha çok Amerikalıların yaptığı bir işti.

Bir ilke imza atmışsınız.

-Antalya Müzesi’nde merkezi kurduktan sonra bir iki sempozyumda bizi su altıcı arkadaşlarımız eleştirdiler. Ben arkeolog değildim o dönemlerde, yani 1999’da. Arkeolojiyle ilgili konuştuğumda, teknik olarak, dalış tekniği üzerine konuşmuş olsam bile arkeolog olup sualtı arkeolojisi yapmayan insanlar beni eleştirdiler. Ben de çok kızdım, hazmedemedim. Üniversite sınavlarına hazırlandım, 2001’de DAÜ’yü kazandım. Arkeoloji ve sanat tarihi okumaya başladım.

Sizinle aynı sıralarda oturduğumuzu, aynı sınıfta ders aldığımızı hatırlıyorum.

-Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış. Bu arkeolog arkadaşlar, benim sualtı arkeolojisi yapmama neden olan insanlardır. Kendilerine buradan teşekkürü borç bilirim. DAÜ’de arkeoloji eğitimi alırken, DAÜ Sualtı Arkeolojisi Kulübü’nü kurduk. Hedefim arkeolojiyi bilimsel olarak yapmaktı. Arkeolog unvanını almak, akademik olarak da sualtı arkeologu unvanını almaktı. Bunların hepsini DAÜ’de gerçekleştirme imkânı buldum. Ama şunu söyleyeyim, ben DAÜ’ye değil de Uruguay Üniversitesi’ne gitsem bunları gene yapacaktım.

Sualtı arkeolojisi nedir, kısaca açıklayabilir misiniz ?

-Şimdi arkeoloji biliyorsun, kısaca, eskinin bilimidir. Arkeos Pedogos’tan geliyor. Eğer geçmişe ait insanın kalıntıları, insan yapımı kalıntılar suların altındaysa, bu doğal olarak sualtı arkeolojisi kapsamında ele alınıyor. Benzer terimler de var, örneğin, deniz arkeolojisi, denizcilik arkeolojisi, gemi arkeolojisi; ama bana göre sualtı arkeolojisi bunların hemen hemen tamamını kapsayan bir alandır. Sonuç olarak, insanın geçmişine ilişkin denizin altındaki, suyun altındaki yapılan çalışmalardır, sualtı arkeolojisi.

Burada ilk nerede başladınız arkeolojik çalışmalarınıza ? İlk nerede, yani hangi kıyıda başladınız ?

-KKTC’de kendi adıma herhangi bir sualtı arkeolojisi çalışması yürütmedim. 2005 senesinde Kaleburnu’nda Uwe Muller’le bir sene çalışma yaptık. Onun dışında, KKTC kıyılarında her ne kadar bilimsel sualtı arkeolojisi çalışması yapmak istesek de bir şekilde kan uyuşmazlığı yaşadık. Bu çalışmaları yapmamız, pek istenmedi.

Kaleburnu’nda yaptığınız çalışmalarda neler buldunuz ? Bulduklarınız hangi döneme aitti ?

-Uwe Muller’le yaptığımız çalışmalarda, Bronz Çağı’ndan kalma taş çapalar, ilkel balıkçı teknelerinin taş çapaları ve Roma, Bizans amforaları bulundu. Nedense amforalar beni çok fazla çekmiyor, ama taş çapalar benim çalışma alanım. British Arkeo Press, dünyanın en büyük yayınevidir. Benim taş çapalarla ilgili kitabımı basmayı kabul etti. İngilizce olarak basılacak kitap. Bronz çağından itibaren kullanılan taş çapalar beni daha fazla heyecanlandırmıştır. Çünkü her taş yapının ayrı bir hikâyesi vardır. Gemiyi denizin üstünde tutan araçtır biliyorsun çapa. Demirin bilinmediği dönemlerde insanlar taştan çapalar yapıyorlar. Ve sen koca bir gemiyi, küçük bir şeye emanet edip denizin üstünde tutabiliyorsun. Bazen fırtına çıkıyor, sabit noktada tutmaya çalışıyorsun. Teknelerim olduğu için, denizci bir insan da olduğum için çapanın önemini çok iyi bilirim. Çapa takılır, dalarsın, çapayı çıkartırsın. Yani denize çıktığın zaman, denizci insan için çapa olmazsa olmazdır. Çapasız tekne olmaz. Çapasız tekne, ırmak üzerindeki bir çöp tanesi gibidir.

Başka neler buldunuz ?

-O kadar çok şey bulundu ki, her dönemin çapaları, taş çapalar, ahşap çapalar, ahşap çapalara ait kurşun çipolar. Demir çapalar ve demir çapaların her türlüsü bizim çalışmalarımızda bulunuyor. Çanak çömlek, amfora, değirmen taşları buluyoruz, el değirmenleri buluyoruz. Mesela geçen yaz, Alanya’nın Alaybey Çayı’nın ağzında lahitler bulduk suyun altında. Gemi, lahit ve lahit bloklarını liman içine sokmaya çalışırken nehirde batmış. Denizin altında lahitlerle karşılaşıyorsunuz, Salamis kıyılarında da lahitler var suyun altında. Fakat bunlar Nekropol’un zaman içerisinde sualtında kalmasından kaynaklanıyor. Ama orada lahitleri taşıyan geminin batması söz konusuydu.

Peki sualtında araştırma yaparken hangi dalış tekniklerini kullanıyorsunuz ?

-Araştırmada uyguladığımız teknikler, dünyada insanlar bu işi nasıl yapıyorsa, biz de öyle yapıyoruz. Ne uyguluyorlarsa biz de zaten aynısını uyguluyoruz. Bizim yan taramalı sonarlarımız var, sualtı robotlarımız var. Detektör sistemlerimiz var. Ne aradığımıza bağlı olarak değişiyor dalış teknikleri. Tüple dalışlar yapıyoruz. Tüpsüz dalışlar yapıyoruz. Sualtı motosikletleri kullanıyoruz. Yüzeyden bottan çekme yöntemleri kullanıyoruz. Yani aradığımız alan, eğer bir liman araştırmasıysa liman içinde tüple dalarak, değil de bütün bir kıyı araştırmasıysa, derin sularda yan taramalı sonarlar; sığ sularda da tüple ya da tüpsüz dalışlarla sistematik araştırma yöntemleri uyguluyoruz. Kazılardaysa, işte kazıyı iki üç çeşide ayırabilirsin; batık kurtarma kazısı, normal kazı. Normal kazı yapmadım şu ana kadar, ama kurtarma kazılarımız oldu.

Kurtarma kazısı derken, biraz açar mısınız ?

-Normal bilimsel bir kazı on sene, yirmi sene, elli sene sürebilir. Biliyorsun, Troya’da olduğu gibi. Yani istenen aslında öyle bir çalışma yapmaktır ama bizim bulduklarımızın arasında o kadar uzun süre çalışma yapabileceklerimiz de var. Fakat henüz bu konuda adım atmadık.

İstanbul’daki kıyı çalışmanız da uzun süreli.

-O normal kazı, sualtında az iş var orada. Karada daha çok çalışıyoruz. Su altında, mesela iki sene önce Adrasan’da tabak yüklü bir gemi batığı bulduk. Bunun uzun süreli kazısını yapmak isteriz, ama bu sefer akademik olarak senin yardımcı doçent olman gerekiyor. Ben de herhalde birkaç aya içerisinde olacağım. O prosedürü bekliyorum. Antalya müzesi adına, mesela bu yaz Osmanlı Dönemi Top Batığı Projesi yaptık. Bu kurtarma kazısıydı. Yani sığ bir derinlikteydi toplar ve bunların içinde Bronz güzel bir top vardı, güneş saati vardı. Bunları normal iki buçuğa iki buçuk kalerajlarla çıkarttık. Arkasından da Antalya Müzesi’nin arkasına da bir konservasyon havuzu kurduk. Gatak diye bir kuruluş var Antalya’da, o destekledi. Desenilazisyon işlemini gerçekleştirdik. Hala bitmedi. Antalya Müzesi’nin arkasında, belli oranlarda tuzlu su; deniz suyu, tatlı su karışık. Şu an tamamen tatlı su karışımı içerisinde bekliyor. Konservatör arkadaşlarımız var. İstanbul Üniversitesi restorasyon konservasyon bölümünden. Bu arkadaşlarımız çalışıyorlar. Top batığı içinse Doç. Ufuk hoca var, konservasyon bölüm başkanı. Türkiye’deki tek bölümdür zaten. Onunla telefonlaşıp, normal bilimsel çalışmalarımızı yapıyoruz.

Sualtı arkeolojisinin zorlukları nelerdir?

-Bana göre sualtı arkeolojisi kara arkeolojisinden daha kolay. Şimdi teknolojileri kullanarak, denizin altında, derinliklerde uzun süre kalabiliyoruz, çalışabiliyoruz ve bu büyük bir avantaj. Şimdi bunu kurallarına uygun yapmadığın takdirde yaşamsal risk içeriyor. Çünkü atmosferik ortamda hava soluyan canlılar olarak, biz, deniz altında yaşamaya çalışıyoruz. Yani ortam farklılığından kaynaklanan riskler var. Dip zamanımız ve derinliğimiz sınırlı. Çok derinde çok uzun süre dalış yapamıyoruz. Yoksa vurgun yeriz. Bu tip riskler var. Belli bir havaya bağlısın, o kurallara uygun yaparsan risk içermez; yapmazsan risk içerir. Ama mesela bizim kara kazılarındaki arkadaşlarımız karada elli derece sıcağın altında çalışırken, biz limanın içinde serin sularda dalış yapıyoruz. Araştırmalar yapıyoruz. Yani zevkli tarafları da var, riskli tarafları da var.

Resmi prosedürü nedir kazı yapmanın? Ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

-Türkiye’den başlayayım. Türkiye’de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür Varlıkları Koruma Genel Müdürlüğü var. Burada sualtını anlayan, sualtını tanıyan genel müdür yardımcıları ve daire başkanları düzeyinde bilgili yönetim söz konusu. Bu insanlar karada olduğu gibi, denizin altındaki kültür mirasına da sahip çıkmak için belli alt yapıya sahip, işi seven insanlar. Türkiye’de bizim çalışmalarımız destekleniyor. Çalışmalarımızın önü açılıyor. Yaptığımız uluslararası sempozyumlara destekler olsun, kazı araştırmaları destekleri olsun, bizim önümüz Türkiye’de çok açık. Zaten Türkiye’de bu işi yapan kişi çok çok az. Yönetim de bu çalışmaları destekliyor. KKTC’de bunun tam tersi söz konusu. Aynen yazabilirsiniz.

Engelleniyor musunuz burada?

-Türkiye’de bu işe bilimsel bakılırken, burada bu işi daha çok akraba, eş dost ilişkileriyle yapıyorlar.

Sualtı arkeolojisi çok ilginç bir alan ve gençler de böyle şeylere ilgi duyuyor. Ne tavsiye ediyorsunuz?

-Sualtı arkeolojisi spesifik bir alan. Yani samimi olarak söylemek gerekirse, Türkiye’de sualtı arkeolojisinden gelecekte ekonomik gelir elde etmek zor. Ancak Türkiye’de genel müdürlüğün kadrosundaki müzelerde iş bularak bu kadroda önümüzdeki yıllarda bir şeyler yapmak mümkün, ama az sayıda insan böyle bir şeyi yapabilir. Ancak siz başka bir alanda uzmanlaşıp sualtı arkeolojisi ekipleri içinde de yer alabilirsiniz. Üniversitenin mensubusunuzdur, ama mühendissinizdir. Mühendis olarak sualtı arkeolojisi ekiplerine katılabilirsiniz. Neden? Çünkü sualtı arkeolojisi sadece arkeologlar tarafından yapılmamalı. Çünkü siz sualtında bir teknoloji uygulamaya çalışıyorsunuz. Yani bizim her türlü elektronik donanıma ihtiyacımız var, sonarlarımızın hepsi elektronik, detektörlerimiz, manyetometrelerimiz, tüm işlerimiz bilgisayarla. Mühendislere çok ihtiyacımız var.

Bir de, sualtı fotoğrafçılığı konusu var. O dersteki amacınız nedir? O dersle ne vermek istiyorsunuz?

-Sualtı görüntüleme, sualtı arkeolojisinin olmazsa olmazı. Biz Doğu Akdeniz’de on senedir her dönem yüz, yüz elli, iki yüz öğrenci yetiştiriyoruz. Yüzme bilmeyenlere yüzme öğretiyoruz, maske ve diğer sualtı gereçlerini kullanmayı öğretiyoruz; bir kısmına tüple dalmayı öğretiyoruz ve denizin altında, hobi düzeyinde ya da bilimsel düzeyde sualtı görüntülemeye yetecek kadar teorik ve pratik bilgiye ulaşabiliyorlar. Bu dersi alan her öğrenci bilimsel bir sualtı çalışmasına katılıp, kendi derinlik limitlerine bağlı olarak, bilimsel görüntüleme yapabilir.

Siz şu anda sualtı arkeolojisini nerede görüyorsunuz ?

-Biz bazı konularda bir kompleks içerisindeyiz. Biz bunu beceremiyoruz, edemiyoruz falan diye. Sualtı arkeolojisi için bu böyle değil. Türkiye bugün sualtı arkeolojisinde dünyada belki ilk on ülke içerisindedir. Teknik imkân anlamında belki daha önde bile olabilir.

Belki kara arkeolojisinde çok fazla ileride değiliz diye düşünülüyor?

-Hayır. Bilim adamlarımız var, arkeologlarımız var. Bunlar çalışıyorlar. Bana göre kara arkeolojisinde dünyadan geri bir noktada değiliz. Ben, Akdeniz Arkeolojisi seminerlerini organize ediyorum son beş senedir, farklı ülkelerde. Akdeniz arkeolojisiyle ilgili çalışan bütün genç arkeologlarla, doktorlarla birlikteliklerimiz var. Biz bu işin içindeyiz uluslararası alanda. Bizim arkadaşlarımız, diğer meslektaşlarından daha geride değiller. Sualtı arkeolojisi için de bu böyle. Zaten Sualtı arkeolojisi yeni bir alan. Biz bu işte en büyüğüz. İngilizler, şöyleyiz böyleyiz diyorlarsa bile bu onların kendi pazarlama stratejilerinden kaynaklanıyor. Yani biz en büyüğüz demeleri aynı zamanda sizde para yok siz bu işi bilmiyorsunuz, yapamazsınız demektir. Biz varken sizin yapmanıza gerek yok yaklaşımından kaynaklanıyor. Bugün sualtı arkeolojisi alanında Doğu Akdeniz Üniversitesi, Selçuk Üniversitesi gibi üniversiteler, dünyada artık bilinen ve kabul edilen üniversiteler. DAÜ örneğin, UNESCO Sualtı Kültür Mirası toplantılarına resmen katılan üç dört üniversiteden bir tanesidir.

Kitaplarınızın içeriğiyle ilgili biraz bilgi verebilir misiniz ?

-Türkiye’de Sualtı arkeolojisi yeni bir alandır. Türkçe kaynak yok. Benim yazdığım “Temel Sualtı Arkeolojisi” Türkiye’de Türkçe olarak yayımlandı. Alanındaki tek kitaptır. Ders kitabı olarak işlenebilecek tek kitaptır. Nitekim bazı üniversiteler de bunu kullanıyorlar. Bu kitapta bu işin temeliyle ilgili bilgileri aktarmaya çalıştım. Şimdi İngilizce olarak taş çapalarla ilgili bir kitap yayımlanacak. British Arkeo Press tarafından. Bir de “Çeşme Deniz Savaşı”yla ilgili başka bir kitap bitmek üzere. Bunların yayını içinde doktoranın bitmesini bekliyorum.

Sizde sırf kariyer yapayım, belirli bir noktaya geleyim diye bir kaygıdan çok, çevreme ve yaşama bir şeyler katayım, öğrendiklerimi, deneyimlerimi paylaşayım gibi bir bakış açısı görüyorum.

-Doğru. Kendimi bir anlamda misyoner gibi hissediyorum. Yani denizin altına daha çok insanı daldırmak, denizin altını daha çok insana tanıtmak, denizaltı dünyasını daha çok insana yansıtmak gibi bir amaç oluştu. Bunu da derslerde yapıyorum zaten. Bir taraftan balıkadam eğitimleriyle, diğer taraftan seçmeli ders alan öğrencilerle.

İnsanla deniz arasında bir köprü gibisiniz.

-Olabilir, teşekkür ederim. Bunu bu şekilde düşünmemiştim, ama dediğin doğru. Daha sonra bu insanlar zaten bu işe yöneldiklerinde siz onlarla bütünlüğü her zaman koruyorsunuz. Şunu öğrendim yaşamımda, siz insanlarla kötü olduğunuzda insanlar da sizinle kötü oluyor zaten. Ve bir insanla kötü olmak için o kadar çok neden var ki. Ama on sene önce bir şeyler verdiğin, bir şeyler paylaştığın insan on sene sonra senin karşına, seni destekleyen, seninle birlikte yürüyen bir insan olarak çıkar. Bunu ancak iyi olarak başarabilirsin, kötü olarak değil. Bunu çoğu insan anlamıyor. Ama gerçek budur.

Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

Editör: HABER MERKEZİ